AK Parti'nin 18 yıllık iktidar döneminde oldukça özgün süreçlerden geçen
"ekonomi politikaları"na yakından bakmanın zamanı geldi.
Nitekim...
AK Parti ana damarından koparak yeni parti kuran
Ali Babacan'ın söylemleri ile Hazine ve Maliye Bakanı
Berat Albayrak'ın mesajlarını karşılaştırdığımızda, anlayış ve felsefe olarak şu farkları görüyoruz:
Babacan, 2001 krizinden sonra büyük umutlarla işbaşına gelen AK Parti'ye açılan siyasi krediyi kullandı.
Arkasına hep 11. Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül'ün desteğini aldı.
IMF ve yabancı kuruluşlarla
program yürütmeye eğilimli idi ve
IMF kartını, görev aldığı hükümete
karşı açmaktan da imtina etmedi.
Maliye Bakanlığı'nda merhum
Kemal Unakıtan vardı ve
Kemal Bey'in, siyasetle IMF'yi dengeleme becerisinden
ustaca yararlandı.
Özelleştirme başta olmak üzere vergi dışı gelirlerin
açtığı ekstra mali alandan istifade etti.
Küresel risk iştahının genelde yüksek olduğu
yıllarda, uluslararası sermaye akımlarının kaldıraç
etkisiyle elde edilen neticeleri şahsi başarı hanesine
yazdı.
Düşük kur-cazip faiz denklemine yaslandı,
görece yüksek büyüme ve düşen enflasyonu ise
günün sonunda kendi performansına bağladı.
Kurdan şikayet eden reel sektörü kaderiyle
baş başa bırakırken hızla artan ithalat da ihracatın
önüne geçti.
Merkez Bankası'nın politika araçlarını kullanma
bağımsızlığına önem verdiği ölçüde, ekonomik
hayatın rakamları aşan gerçeklerine karşı aynı ölçüde
duyarlılık sergileyemedi.
Ve maalesef onu, iktidar içinde muhalefet olarak
konuşlandıranların gazına geldi. Önce uygulama
birliği bozuldu, sonra gönül bağı koptu.
***
Albayrak ise küresel belirsizliğin arttığı, jeopolitik ve dış politik risklerin üst üste bindiği dönemde iş başına geldi. 2013 gezi olayları ile 15 Temmuz hain darbe girişimi arasında gelişen şokların yaraladığı ekonomiyi iyileştirme sorumluluğunu üstlendi.
AK Parti'nin sürükleyici gücünü yani
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı mutlak olarak önceledi. Aile bağları kendisi açısından avantaj yarattığı gibi, sürekli saldırıya açık hale gelmesi nedeniyle dezavantaja da dönüştü.
Küresel sermaye, ilk günden Albayrak'ın bileğini bükmeye ve bu yöntemle Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı yıpratmaya odaklandı.
Global serbest piyasa modelinin yerini, açık ve örtülü ticari korumacılığa bıraktığını görerek Türkiye'yi, dünyanın güncel dönüşümüne göre yapılandırmaya yöneldi, haliyle yükselen ekonomilerden rahat kazanmaya alışmış çevrelerin şimşeklerini çekti.
Piyasa ekonomisini esas almakla birlikte devletin düzenleyici ve denetleyici rolünü hiç ihmal etmedi, gerektiğinde kadife eldiven içinde demir yumruğunu kullanmaktan çekinmedi.
Yerli ve milli sanayii, rekabetçiliği benimsedi.
Pandemi sürecinde ise kontrollü genişlemeci maliye politikaları ve kredi paketleri ile çarkları döndürmeye gayret etti.
Bankacılık sektörünü,
"hükümet programına uyum, yerli üretime duyarlılık ve yağmurlu havada şemsiye tutma" yaklaşımlarına göre değerlendirdi, tatlı-sert bir iletişim dili tutturdu.
Türkiye'nin aleyhine işleyen dış ticareti ve Londra merkezli parasal operasyonları sert biçimde sorgulamaktan hatta kavgaya girmekten kaçınmadı, yerel paralarla ticaret dahil alternatif kanallar açmaya yöneldi.
Ve nihayet,
"ekonomik-finansal güvenlik" kavramlarını ülkenin değişmez gündemi yaptı.
Özetle...
Bir dönemle özdeşleşen politik duruş
"aşırı ihtiyat, ülkenin potansiyelini baskılayan tercihler ve 'el alem ne der?' kaygısı ile şekilleniyordu!
Bu dönemde ise "
ülkenin gücüne güvenen, risk alıp yönetebilen ve dünyayı okuyarak doğru bildiği yolda ilerleyen yeni ekonomi politikası süreci yaşanıyor!"