15 gün aralıkla iki seçim, Türkiye için özgün bir tecrübe. Seçmen davranışlarının kısa süre içinde nasıl şekillendiği, kampanya dili ve mesajları itibariyle tutturulan yollardan hangisinin başarıya götürdüğü başta olmak üzere pek çok sorunun cevabını bulmamıza da yardımcı olacak.
Türkiye bir
"seçimler ülkesi!" Elbette, kampanya dönemleri oldukça gergin geçebiliyor. Uzayan seçim takvimi de toplumun tamamının siyasetle haşır neşir olma katsayısını ve stresini de artırabiliyor. Hatta aşırı siyasi doz nedeniyle tartışmalardan bunalanlara da rastlanıyor.
Lakin... Önümüzdeki günlerde hepimizi ilgilendiren ana mesele
, "yine zafer elde ettik" kibri ile
"yine kaybettik ve iyice dışlanacağız" kaygısı arasında konumlanan kitleleri ve duygularını yönetmek olacak. Şu ana kadar siyasi dilin keskinliği, tansiyonun yüksekliği, toplum katmanları açısından iddia edildiği gibi ayrışmaya hatta kutuplaşmaya evrilmedi. Farklı siyasi mahalleler birbiri ile atışsa bile selamı sabahı kesmedi. Ki burası hakikaten önemli!
Zira... Cumhurbaşkanlığı seçiminin 1. turu sonrası yoğunlaşan paylaşımlar bize gösterdi ki... Siyasi sahadaki sert rekabet, toplumun değişik gruplarında
"dışlanmışlık" hissini kabartabiliyor. Maalesef kutuplaşma söylemi, sosyolojik gerçekliğe dönüşmenin sınırına kadar gelebiliyor.
Yani... Seçim ortamının söz düellolarını da aşan bir psikoloji ile kendi kabuğuna çekilme, bir diğeri ile alışverişi en aza indirme, yaşamsal sürdürülebilirliğine dair endişe duyma hali adeta kurumsallaşıyor!
Burada en büyük görev, kuşkusuz devletin ve milletin birliğini temsil eden Sn. Cumhurbaşkanı'na düşüyor. Ki
Sn. Erdoğan da son mitinglerinde
, "85 milyonun cumhurbaşkanı olma sözünü" güçlü
bir şekilde tekrarlıyor, örnekleri ile izah ediyor.
(Bkz. Hatay/Defne Hastanesi ve ilçedeki siyasal
tercihler)
Gel gör ki... AK Parti kimliği ile hareket ettiği izlenimi veren kimi isimlerin (bürokratlar dâhil) beyan ve davranışları, tekil örnekten çıkıyor, genellemeye konu yapılıyor. Böylece, mahalleler arasındaki marj açılıyor. 21 yıldır kırık kalp sendromu yaşayan vatandaşlar ise kendi kendilerini doğrulayan kehanetlerine inanıp öylece dar zihni kalıplarda yaşamaya yöneliyor!
Ama bütün bunlardan önce, açıkça CHP'den kaynaklanan problemlere ve algı çarpıtmasına da odaklanmak gerekiyor.
CHP genel merkezi, tam manasıyla iktidara gelme umudu veren politikalar üretmeden, salt Erdoğan'a karşı pozisyon almayı yeterli sayıyor. Böylece... Seçmen kitlesine sadece iktidar hayali satıyor. Daha doğrusu şişirilmiş beklenti yaratıyor fakat altından kalkamıyor.
Hem CHP yetkilileri hem CHP'li seçmenler yerli ve milli politikaları sahiplenen milliyetçi mukaddesatçı kesimlere dönük
"korku pompalıyor!" "Sizi yargılayacağız... Bir yere kaçamayacaksınız vb!" tarzı ifadeler, CHP'ye oy atması umulan alternatif tabanı ürkütüyor.
Bilhassa
Kemal Kılıçdaroğlu'nun Erdoğan zıtlığı üzerine bina ettiği siyaseti, muhalif seçmene, daha çok gençlere ve kadınlara, O'nu
"diktatör!" olarak gösteriyor.
"Bu son seçim" türü vurgularla toplumun en dinamik, en üretken kesimleri, siyaseten kemikleştirilirken geleceğe dair ümitleri kırılıyor!
Tuhaf olan şu ki... Muhalif seçmen, kendisinden ne istendi ise yerine getiriyor. HDPKK ile işbirliğine, FETÖ ile paslaşmalara, CHP zihniyeti ile kavgalı partilerle vekillik dağıtılmasına bile katlanıyor. Ama sorumluluğu Kılıçdaroğlu'nda değil de Erdoğan'da arıyor!
Analizi derinleştirmek mümkün. Sanırım bu kadarı da meramı anlatmaya yeterli olur...
Şimdi baştaki konuya dönecek olursak...
Sn. Cumhurbaşkanının,
"Türkiye Yüzyılı Vizyonunun Lideri" olarak konumlanması,
günlük siyasetin yıpratıcı akımlarından
sıyrılması, Millet İttifakı'na bel bağlasa da o
cephedeki azgın azınlıktan ve müzmin muhaliflerden
ayrışan vatandaşlarla bağını güçlendirmesi,
hatta bu sıralar belirginleşen kapsayıcı
söylemlerini daha da takviye etmesi,
"huzurlu ve istikrarlı toplum yapısı" için her
zamankinden de değerli.