21. Yüzyıl hüküm sürmeye başladığından bu yana, ABD'nin en fazla odaklandığı konu, ne pahasına olursa olsun, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurduğu uluslararası ekonomi-politik düzenin ve bu düzenin ana kaidelerini oluşturan ekonomik, finansal, ticari, politik ve askeri rejimin devamlılığını sağlamak. Liberalizme, piyasa ekonomisi odaklı bir kalkınma anlayışına ve refah ekonomisine dayalı olduğunu düşündüğü bu küresel sistemi yaşatmak, üstlendiği Atlantik İttifakı'nın ve Kapitalist Sistem'in liderlik görevini sürdürülebilir kılmak adına vazgeçilmez bir mücadele. Bu nedenle, küresel sistemdeki rolünü sorgulattırdığını düşündüğü, küresel ekonomi-politik rejimin kurallarının sorgulanmasına sebep olduğunu düşündüğü her gelişme ve meseleye karşı, her geçen giderek daha fazla tahammülsüzlük gösteriyor.
Bu tahammülsüzlükle gösterdiği tepkiler, yaptırımlar ve dayatmalar ise, küresel sistemdeki 'liderlik' rolünü daha sorgulatır hale geliyor; devamlılığı için büyük çaba sarf ettiği küresel ekonomi-politik sistem ve rejime yönelik alternatif arayışları tetikliyor, hızlandırıyor. Oysa, ABD'nin 75 yıldır birlikte hareket ettiği 'müttefikler'ini daha fazla kucaklayarak, neyin mücadelesini verdiğini daha detaylı izah ederek, küresel ekonomi-politik sistem açısından izlediği stratejiyi detaylı bir perspektifle ortaya koyup; dayatmacı bir üslup ve davranış kalıbından hızla uzaklaşarak, yapıcı bir yaklaşımla 'işbirliği' mücadelesi ortaya koyması gerekmekte.
Bilhassa, doları ve dolar cinsinden uluslararası ödeme sistemlerini, uluslararası finans sistemi üzerindeki baskı gücünü 'müttefiki' bile olan ülkeler üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanması, zannettiğinin aksine, ABD'nin hakim olduğu uluslararası ekonomik sisteme ve bilhassa para transfer sistemlerine geçişi hızlandıracak gelişmeleri de tetikliyor. Bu noktada, S-400 esasen buzdağının su üzerinde gözüken kısmıysa, Rusya'nın Türkiye'ye yakınlaşma taktikleri ve stratejik adımları ve/veya Çin'in 'kuşak-yol' inisiyatifine yönelik Türkiye'den talepleri ABD açısından ciddi rahatsızlıklara sebebiyet veriyor ise; ABD açısından yapıcı çözüm Türkiye'ye 'düşmanlık' göstermek değil; PKK-PYD gibi, Türkiye'yi ciddi manada rahatsız eden meselelere duyarsızlık göstermek değil; 70 yıllık bir müttefikliğe dayalı 'diyalog' mekanizmasını samimiyetle çalıştırmaktır.
Unutmayalım, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun da ifade ettikleri gibi, Türkiye'nin bu toprakların her karışına işlenmiş 'değerler mirası'nın (heritage) üzerine inşa etme mücadelesi verdiği 'insan' odaklı 'barış kuşağı' projesi, elbette ki, bu ölçüde paylaşımcı, kapsayıcı, cesaretlendirici bir mücadelenin 'kanlı çıkarları'nı boşa çıkaracak güçlü ve sonuç aldıracak bir etkiye sebep olacağının fazlasıyla farkında olan kimi bölge ülkeleri ve küresel güçler tarafından 'tehdit' olarak algılanacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tüm dünyaya mal ettiği temel yaklaşımla, kimsenin toprağında, hakkında, hukukunda gözü olmayan Türkiye, muhakkak ki, duruşu ile Avrasya'nın 'gönül gözü'nün açılmasına katkısı; 'üst akıl'ın beslenme alanı olan 'kangren' olmuş meseleleri çözme kabiliyeti nedeniyle, 'kangren'den beslenen karanlık odaklar açısından bir 'tehdit'tir. ABD'nin bundan sonra ortaya koyacağı tercih, ya bu karanlık odakları daha da besleyip büyütecek bir geleceğe; ya da kendisini yeni bir liderliğe ulaştıracak daha parlak bir geleceğe dünyayı taşıyacak.