En güzel manzara... İnsan!..
1800'lü yıllarda, Avrupalı asiller, özellikle de, denizi ve güneşi pek olmayan İngiliz ve Ruslar, güneşi eksik olmayan kumsallarda yazlıklar yaptırmaya başladılar.. Bugün Fransız Rivierası denen uçsuz bucaksız doğal kumsallar onlar için çok cazipti. Ayni yıllarda Fransız işçileri de, hızla gelişen devrimler sonucu yaşamlarını değiştirdiler ve geliştirdiler. Yıllık ücretli izin hakkı, bir sosyal devrim getirdi. İşçiler de artık tatil yapabileceklerdi.. Nerde?.. Güneşli sahillerde tabii..
Çağlar boyu, bir yandan korsan baskınları, öte yandan, verimsiz, tarla olmaz, ağaç dikilmez kum yığınları yüzünden on para etmez sahiller birden değerlenmeye başladı. Sahillerin arkasında dağlarda ve tepelerde yaşayan köylüler, kıyılardaki kazancı fark ettiler..
Sahil köyleri, pansiyonlar, kafeler ve restoranlar kurulmaya, yaşam dağlardan sahile inmeye başladı..
İnenler arasında Aristide adlı bir fırıncı da vardı.. 1889'da, yerleştiği sahil köyünde, deniz kenarında bir fırın kurdu ve orada kendi icadı bir kek satmaya başladı. Satışlar iyi gidince, müşteriler artınca, fırının yanına bir çayevi açtı. Çay ve keki kendi salaş masalarında servis ediyordu.
1930'lu yıllarda, dükkânın önündeki kaldırıma üçgen masalar ve minik tekne sandalyeleri dizdi. Hepsinin rengi kırmızıydı. Üzerlerine gölge yapan tente dahil.. Üç kenar masalı dekorun hedefi, her oturanın, geçen herkesi görebilmesiydi.
Şimdi 2 binli yıllar.. Kafe ayni yerde.. Ayni kırmızı masalar, sandalyeler. Ayni kırmızı tente.. Sırrı ailece saklanan ayni kek ve çay.. Yönetim artık üçüncü kuşakta.. Ama onlar da, dükkânın adı olan, ayni soyadını taşıyorlar..
Senequier..
Le Senequier.. St. Tropez limanındaki, dünyanın belki de en ünlü kafesi..
Oraya gitmek, o çay ve keki yemek, orada oturmak, her turistin hayatında bir özlem..
Oturdum defalarca.. Ne görüyorsun?. Hayır.. Deniz kenarı ama, deniz falan yok, Le Senequier'de.. Çünkü minik liman yapışık düzen bağlanmış devasa teknelerle dolu. Gördüğünüz, kıçtan kara etmiş teknelerin popoları..
Ama o değil, orada oturma sebebi..
Onlarca yıldan beri, değişmeyen dekor, değişmeyen masalar, sandalyeler, değişmeyen kırmızı renk ve değişmeyen kekle, sabahın yedi buçuğunda açılıp, gece artık son müşteri terk edene kadar açık kalan, masaları daima dolu, günde üç vardiya ile servis yapan 20 garsonla hizmet veren kafe, korkunç fiyatlarına rağmen etrafı seyretmek isteyenler için müthiş cazip..
Etrafta ne var peki?..
İnsanlar.. Dünyanın insanları.. Dünyanın dört bir yanından gelmiş, her türden, her cinsten, her ırktan insanlar..
Kıçtan kara etmiş teknelerin dolar milyoneri sahiplerinin gözüne çarpıp davet almak için en şuh kılıklarla turlayan sarışınlar.. Bu sarışınları görmek için sahile yığılan yakışıklılar.. Teknelerden alışveriş için inen ve sahil dükkânlarını dolaşan milyoner eşleri.. Araya karışan sinema, TV ve sahne ünlüleri.. Bu ünlüleri görme umudu ile orada kamp kuranlar..
Yani dünyanın en güzel manzarasının "İnsan" olduğunu fark edenler..
Bakın ben onlardan biriyim..
Kimse alınmasın. Aşağılama, hakaret falan yok. Ben o "Su akar, inek bakarlar"dan olmadım..
Muhteşem Boğaz manzarasına bakan teras restoranlara giderim mesela.. Karşılayan şef, denizi en güzel gören koltuğu kavrar ve çeker, "Buyrun" diyerek.. Ben tam karşıdaki, denize sırtı dönük koltuğa otururum. Çünkü orası dükkâna bakar. Dükkânın içindekilere..
Giren çıkanlara.. İnsana bakar..
Benim manzaram insandır..
20 yıldan fazla, Ortaköy'de, karşısındaki otoparktan başka manzarası olmayan Ertekin'de oturmamın sebebi bu..
Ertekin'in yeri Ortaköy'ün nizamiyesi..
Oraya gelen, buradan geçmek zorundadır. Günün her saatinde, iki yönlü akıntı halinde bir insan nehri akar, Ertekin'in önünden..
Her tür insan.. Memleketimin dört bir yanından gelenler için bir mecburi duraktır Ortaköy.. Mutlak gelirler.. Dünyanın dört bir yanından gelirler..
Japonlar.. Güney Koreliler.. Hintliler.. Kazaklar.. Türkmenler.. Ruslar.. İspanyol, İtalyan, Yunanlılar.. Şimdilerde hem de nasıl bol, Araplar..
Yüzlerce, binlerce gelirler.. Onlara bakarken vaktin nasıl geçtiğini anlamazsınız.. 23 TEMMUZ 2011
***
AH EMOŞ AH!..
Nerelere götürdün beni sabah sabah.. Arabaya bindim, müzik setinin kumandasına dokundum. Emel Sayın'ın sesi yükseldi.. "Yağdır mevlam su!.."
Yıl 1987.. Dünya Atletizm Şampiyonası için Roma'dayız. Kenan Onuk TRT'ye anlatıyor. Ben her zaman olduğu gibi yanındayım, yardım ediyorum. Sabah seansı bitti.. Yolun tam karşısında Basın Merkezi var. Orada Cüneyt (Koryürek) ve Nuyan (Yiğit) ağbilerle buluşup espresso, pardon cafe lungo içeceğiz.
...Nerden aklımıza estiyse, o sıralar ülkemizde pek bir modaydı, ondan olmalı, Kenan'la ikimiz birlikte bağıra çağıra, Yağdır Mevlam Su şarkısını söylemeye başladık, aniden. İşaret almış gibi.. Allah sizi inandırsın, olmaz böyle şey.. O Roma'nın günlük güneşlik, tek bulutu olmayan havası birden karardı. Bir yağmur boşandı, inanmazsınız..
... Biz Kenan'la yemin ettik ki, bir daha bu şarkıyı olur olmaz yerde ağzımıza almayacağız.. Emel Sayın TRT'de ilk kez söylerken ağlamış, neden ağladığını da açıklayamamıştı. Roma'da biz söylerken, gökyüzü ağladı bu defa... 20 OCAK 2008
***
GAZETECİ ÖLDÜ!..
Yani yaptın yapacağını Savaş.. Giderken de yaptın yapacağını.. Hıncal Ağabey'ini Köprü sapağından, gazetenin önüne kadar hem de koşar adım yürüttün.
Erdal yaptı, veda konuşmasını.. Kısa ama, hani nasıl derler, damardan.. Bir de elleri titriyor, sesi gibi.. Dokunsan ağlayacak.. Aslında ben de öyleyim.. Herkes öyle..
İnsan bu kadar sevilince, böyle oluyor demek..
Bir yemyeşil tabuta bakıyorum.. İçinde sen yatıyorsun.. Bir etrafta koşuşan foto muhabirlerine.. Durmadan çakan deklanşör sesleri kulağımda..
Bu işi kaç defa yaptın sen Savaş.. Ne fotoğraflar çektin, unutulmaz..
Şimdi dışarda olmalı, en vurucu fotoğrafı çekmeliydin.. Çekerdin de.. Çeker de ağlatırdın beni gene, bu sabah ağlattığın gibi..
Yazmak işindi senin Savaş..
Ama bizim gibi köşemize kurulup yazmak değil.. Haber neredeyse, oraya gidip, orayı yaşayıp yazmak.. Mesafe demeden, kar, çamur tipi demeden..
Ruhun muhabirdi çünkü.. "Son Mohikan" derdim sana.. Son Gazeteci'ydin sen Savaş..
14 Ekim'deki o yazın "Son"u anlatıyordu bana.. Kendi sonunu bile kendin yazıyordun Savaş.. Ama öyle güzel yazıyordun ki, okuyanı üzmeden..
Hatta umut vererek.. Hatta en yakınlarına bile "Bu defa da çıkar hastaneden" dedirterek, son güne kadar yazdın..
"Ağaçlar ayakta ölür" diye başlık atmış Yavuz (Donat) yazısına..
Ağaçlar ayakta böyle ölür işte.. 12 KASIM 2013
***
TİYATRO OLMASA NERDE OLURDUM
...Babam kitap meraklısıydı.. Hele de klasik kitapların.
O sırada Milli Eğitim Bakanlığı, Dünya Klasikleri'ni yayınlıyordu.
Bir ev düşünün. Yığınla kitap var. Parazitli Ankara radyosu. Ve de kitaplar.. Yani tek oyalanma aracım kitaplar.
Okurken keşfettim ki, uzun tasvirler ve anlatımlardan çok konuşmalar ilgimi çekiyor. Hikâye ve roman okurken, anlatımları hızlı geçip konuşmalara dalıyorum. Oysa tiyatro kitapları baştan aşağı konuşma..
Bakanlık, Antik Yunan'dan başlayıp, tiyatro oyunlarını çevirtip yayınlıyor bol bol.. Babam alıyor, hepsini..
Yazmayı öğrenmenin en iyi yolu okumak.. Birinci fayda bu oldu.
İki.. Sofokles, Moliere ve Shakespeare, düşünce yaşamımın temeline ne taşlar koydular, hele bir düşünün.. Beynimi nasıl geliştirdiler, hesaplayın..
4-5'i Kilis'te okudum. Orda tiyatronun kendisi ile tanıştım.
Radyo skeçlerinden adını bildiğim, o komik skeçlerine ailece bayılırdık zaten, Halide Pişkin tiyatro kurmuş, turneye çıkmış. Kilis'e geldiler. Sıcak yaz günü hamam gibi bir sinema salonunda müzikal oynuyorlar hem de..
Yıllar sonra, Engin Cezzar ve Gülriz Sururi ekibinden Keşanlı Ali'ye öldüğüm, en az 20 kez izlediğim gibi.. Dünya çapında opera sanatçımız Semiha Berksoy'u sahnede izleme şansına sahip oldum, Keşanlı'da..
Ve Ankara'da tabii Devlet Tiyatrosu.. Muhteşem.. Özel tiyatrolar muhteşem.. Celal, Ali Sururi, Muzaffer Hepgüler.. Hatta Müjdat Gezen'i ik orda gördüm. Stajyerken..
Haldun Dormen o zaman sadece vodvil değil, tiyatro şaheserleri de oynuyor.. Yani hem yazma yeteneklerim hem de bilgi hazinemde tiyatronun yeri, hacmi, ağırlığı o kadar büyük ki, bugün rahatça "Tiyatro olmasa 'Yazar ben' olmazdım" diyebiliyorum..
Çocuklarınıza tiyatroyu sevdirin.. Adam olmanın yolu, tiyatro seyircisi olmaktan geçiyor çünkü.. 30 MART 2022
***
BİR HARİKA SALI YEMEĞİ YAŞADIK Kİ...
Yirmi seneyi geçti bizim geleneksel salı yemekleri.. Bir salı gurubu oluşturmuştuk, Ertekin'de.. Dostlar bir araya gelsin, herkes de gelsin diye, hafta arası bir öğlen seçmiştik. Hemen herkes boş oluyordu çünkü o zaman..
Salı yemeklerinde cep telefonu kullanmak değil, göstermek, sesini duyurmak dahi yasak. İhlal para cezasına tabi. Sessize almayı unutan ya da zorunlu sebeplerle kullanmak, çıkarıp mesaja bakmak zorunda kalanlar ceza ödüyorlar.. Toplanan paralar garsonların.
Sizlere tavsiyem.. Aile ve dostlar arasında bazı buluşmaları "Telefonsuz" yapın..
Farkı görecek, tadına doyamayacaksınız.. 27 ŞUBAT 2020
***
YAŞAMIN LEZZETLERİNDEN GEÇEMEM!..
Nasıl gaz veriyor çevrem.. Okurlar.. Seçim rayına da oturduk ya, ille de siyaset düşünmeli, siyaset yaşamalı, siyaset yazmalıymışım.. Hayır!.. Ben siyasetten nefret ediyorum. Çok mecbur kalmadıkça da yazmıyorum..
Türkiye'de dünya rekoru köşe yazarı var.. Bine yakın.. Hemen hepsi siyaset yazıyor, vatan kurtarıyor..
Yaşamın başka yanlarını, başka lezzetlerini izleyen yazanların sayısı iki elin parmaklarını geçmez.. Bunlardan biriyim ben..
Aslında siyaset girdabında boğulma hakkım da yok gibi geliyor..
Yaşamın lezzetlerini yaşamaya ve yazmaya kararlıyım, kimi kandırabilirsem ona da yaşatmak, yaşama olanağı olmayanlara da anlatmak için..
Kimse kusura bakmasın.. Arena'daydım çarşamba akşamı..
Peppino Di Capri vardı.. Yaşı benimle eşit..
Üniversite çağlarımızda onun şarkılarıyla ne aşklar yaşadık..
Plaklardan ezberledikten yarım asır sonra, kendisinden canlı dinlemek nasıl nostaljik bir mutluluk oldu.. 2 saat çaldı söyledi.. Hâlâ ne ses, ne nefes?..
Benimle yaşıt.. İşte hâlâ genç olduğumuzun bir başka kanıtı..
Peppino'yu bu ülkeye tanıtan iki adamdan Sezen Cumhur ordaydı da, hâlâ onun şarkılarını söyleyen Ali Kocatepe yoktu.
Arena tüm bir geceyi geçirecek yer olmuş.. Giriş bir piknik alanı..
Geceyi paldır küldür bitirmenin âlemi yok yani.. Nasıl güzel bir gece yaşadık, nasıl bitsin istemedik anlatamam.. 8 HAZİRAN 2007
***
SABAH'TA GÜNE BAŞLAMAK...
Benim için mutluluk tarifi basittir. Sabah işe koşa koşa gitmek.. Çünkü bu sevdiğim işi yapıyorum demektir. Bilimsel Mutluluk Merdiveni'nin tepesinde de o yer alır zaten. (Birinci basamak, karnını doyurmak.. İkinci basamak bir barınak edinmek.. Üçüncü basamak sevgi.. Sevmek, sevilmen.. Dördüncü basamak başarılı olmak. Beşinci basamak, sevdiği işte başarılı olmak..)
..Ve de akşamları eve gene keyifle koşmak..
Özet!.
"Hem işe, hem eve koşa koşa, keyifle, zevkle, heyecanla gidiyorsan, mutlusun demektir."
Güne uyandığım yer evim.. Kedilerime mama verdikten sonra kahvem ve iki dilim kızarmış ekmekle kahvaltımı ederken, gazetemi başından sonuna okumak ne keyiftir..
Güne başladığım yer ise, Sabah!. Balmumcu'daki gazete binamız..
Çarşamba sabahı mesela.. Garaj katında bindim asansöre.. Zeminde genç bir kadın meslektaşım girdi.. Elinde bir demet lavanta yaprağı.. "Günaydın Hıncal Bey" dedi..
Yukarıya nasıl mutlu, nasıl keyifli çıktım.. Bir "Günaydın" lafı ve iki yaprakla doğan mucize.. 23 ŞUBAT 2017
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- En güzel manzara... İnsan!.. (23.11.2022)
- Türk ve Norveç Halk Müziği’nde ortak noktalar!.. (24.04.2022)
- Bugün için yazmak içimden gelmedi, inanın!.. (23.04.2022)
- Domenec Torrent, hoca moca değil!.. (22.04.2022)
- Pitbull dehşeti ve verilen komik ceza!.. (21.04.2022)
- Bravo Yıldız!.. Bravo Mevlüt!.. Önce ‘İnsan’, önce ‘Çocuklar’ çünkü... (20.04.2022)
- Ne mutlu bana Erol, sana değil, bana! (19.04.2022)
- Muhteşem Çeşme Projesi ve istemezükçüler!.. (17.04.2022)
- Bir muhteşem okul... Bir muhteşem sergi... (16.04.2022)
- “Türkiye’nin ne güzel yolları var” turu!.. (15.04.2022)