Pehlivan yetmiş yaşındadır.O da dostumdur, arkadaşımdır. Durmadan gece gündüz ağ örer. Allah rahmet eylesin,
Tatar Ali nasıl arkadaşımsa, ağcı
İlya nasıl arkadaşımsa
Pehlivan da öyle arkadaşımdır ve Selanik köylüklerindendir. Has balıkçıdır, yiğit, yardımsever adamdır.
Ve denizde, eskiden onun martıları vardı. Pehlivan'ın arkadaşları olan martıları bütün Menekşe balıkçıları tanırlar, severlerdi. Pehlivan martılarını çok sever, her balıktan dönüşte onlardan söz ederdi. Pehlivan ne zaman denize çıkmışsa, o kocaman martı bütün yavruları, akrabalarıyla gelip Pehlivan'ın teknesinin üstünde, üç metre yukarısında dönmüştür. Fazla yüz bulmuşsa, Pehlivan o gün denizden iyi balık çekmişse, martı da gelip teknenin başına konmuştur.
Bütün Menekşe,
Vahram Reis'in balıkçılığını, hünerini yediden yetmişe kabul etmiştir.
"İki yüz tane taşım var... Tam iki yüz..." Bu tartışma, taş sorunu ne zaman açılsa, ortaya
çıkar.
"İki yüz taş mı?"
"İki yüz taş Marmara'da yok!"
"Vahram iyi balıkçıdır, has balıkçıdır, eğer iki yüz taşım var demişse onun iki yüz taşı vardır..."
Ve Vahram, ayaküstü bir baştan
bir uca taşlarının adını sayar döküverir
ortaya. Ama taşlarının yerini kimseye
söylemez.
"Bir taşı nasıl nişanlarsınız denizin ortasında?"
"Üçgendir bu. Kıyıdan nişanlanır. Birinci işaret sağ yanından kıyıdaki bir kaya parçası, bir ağaç, bir ev, bir minare, bir tepedir.
Solundan alırsın bir işaret, bir de tam orta yerden, karşısından... Birleştirirsin, birleştiği yer senin taşının yeridir."
"Taşların adlarını kim koymuştur?"
"Balıkçılar."
"Nasıl?"
"Köpekçi taşı derler bir taş vardır. Onun yöresinde Marmara'nın en azgın, canavar köpekbalıkları dolanır."
Attığın taşı, sert çamur taşı, ayamamala taşı,
ayazma taşı. Memiş taşı, duman, fener, buçik kile.
Cehennem taşı...
Ve orada deniz, cehennem gibidir. Dalgalar, akıntılar, burgaçlar... Balıkçı için her zaman cehennemdir orası... İşte balıkçılar taşların adını böyle koyarlar.
Bu yaz Vahram Reis söz verdi, beni bereketli taşlarından birisine götürecek. Orası iyi mercan yaparmış ve orada mercan tutacağız. Ona söz verdim ki, taşının yerini kimseye söylemeyeceğim.
Muzaffer'e bile.
"Peki Vahram Reis balığa çıkmıyorsun, taşların yerini söylesen ya Muzaffer'e."
"Muzaffer istemez, o kendi taşını kendi bulur."
Has balıkçılar, kendi taşlarını, tarlalarını kendileri yaratırlar, çok usta balıkçılar. Balıkçı demek, kendi taşını kendi bulandır. Ya da Muzaffer gibi karadan taş taşıyarak kendi taşını kendi yaratandır.
"Vahram Reis, sen kimseye göstermezsen ne olacak, o taşlar orada kalacak, kimse de faydalanamayacak, yazık değil mi, ne çıkarın var göstermemekte?".
"Göstermemek balıkçılığın raconudur. Sonra hiç korkma, hiçbir taş uzun bir süre balıkçısız kalmaz. Birisi gelir onu bir gün mutlak bulur." Bu söze de akan sular durur.
Bu sabah
Nuri Reis'le kahvede konuştuk. Nuri Reis ile Cemil, Menekşe'nin en çalışkan balıkçılarıdır.
Boğaz'dan Saros'a kadar onların avlanma sahalarıdır. Allah izin verirse bu yaz Cemil'le aşağılara Saros'a doğru açılacağız.
Seferimiz bir aydan fazla sürecek. Dayanabilir miyim bilmem, küçük bir teknede bir ay belli olmaz, sevdiğim iştir balıkçılık, bir ay da, iki ay da dayanırım.
Biz hepimiz, en çok da
Çerkes, Menekşe üstüne, geçmişi, geleceği üstüne düşler kurarız. Çerkes'i insanoğluna anlatmalı. Bu sabah biz Nuri Reis'le konuşurken Çerkes öteki masada oturuyordu.
"Bu Çerkes var ya, dünyanın en iyi adamıdır." "Bir de bekâr Osman vardı dünyanın en iyi adamı."
"Öyle. Ama bu Çerkes... Tam on bir yıl şekerden dolayı ayağı kesilmiş hasta karısını sırtında taşıdı. Hiçbir insan, ana da, baba da, kardeş de, kız kardeş de olsa Çerkes'in karısına yaptığını yapamaz. Hasta karısını sırtına alıp düğünlere derneklere, sinemalara götürdü on bir yıl. Çocuğa bakar gibi, bir hastabakıcı gibi karısına baktı. On bir yıl hem balık tuttu, hem on bir yıl karısına acı çektirmedi.
Elinde olsaydı, sırtına alır bütün dünyayı dolaştırırdı. Eğer şu dünyada Çerkes gibi bir insan varsa, başka bir insana canından daha iyi bakan, bu dünyada yaşamaya değer."
"Çerkes özlüyor karısını."
Bir de başka bir şey var Nuri Reis'i, Cemil'i,
bütün balıkçıları üzen. Biz Menekşe üstüne görülmemiş
düşler kurmuşuzdur, biz cennet Menekşe'yi bin
misli cennet yaparak türlü türlü yaşamışızdır. Ama
derdimiz büyük. Ama derdimiz gölge etme başka
ihsan istemezdir.
"Şu dere doğal bir barınaktır" diyor Nuri Reis,
"Avcılar'a, Silivri'ye, şuraya buraya balıkçı barınakları yapıyor hükümet, bizim doğal barınağımızı da bozuyor."
Şu derenin ağzında, denizle derenin birleştiği yerde
Sait ve
Demir kardeşler çalışır. Menekşe Menekşe oldu olalı kum çıkarırlardı oradan yıl on iki ay. Kum çıkarırlar, derenin ağzını açarlardı.
Onların yüzünden dere hiçbir zaman kapanmazdı.
Sonra onların oradan kum çıkarmalarını yasak ettiler.
Dalgalar da kumları getirdi derenin ağzına yığdı.
Azıcık deniz çekildiğinde balıkçılar ne içeriye girebiliyorlar, ne dışarıya çıkabiliyorlar.
Bir bela ki sormayın. Oysa ki, ne kadarcık iş ki bu, bu derenin ağzındaki kumu temizlemek iş mi yani, bunu esirgiyorlar Menekşe balıkçılarından.
Barınak yapmak değil, bozulan doğal barınağı yapmak, o kadar kolay ki...
Biz gene Menekşe üstüne düşler kuracağız. Evleri yıktırılmış, barakaları yakılmış, yıktırılıp da yeri bomboş, bir moloz yığını yapılmış Menekşe üstüne. Ve yüzüne bakılamayacak gibi dökülmüş Halk Plajı üstüne... Kirli, pis, kan, irin kokulu bataklık, çamur suyu üstüne. Bizler hepimiz bin düşle düşleyeceğiz Menekşe'yi, şu derenin apaydınlık akacak suyunu...
Bir gün, şu moloz yığını bir park olacak, sevinçli insanlar, çocuklar güneşlenecekler burada. Derenin ağzı açılacak ve kumsala renk renk tekneler serilecek, ağlar sarkacak köprünün üstünden, ağaçlardan...
İşte bizim cennet düşümüz de bu kadar.
Bu kadar mı? İşte burada yüzleri güneşten yanmış alın terinin iyi insanları. Hak yemeyenler, birbirlerini sevenler, dedikodu edenler, birbirinin gözlerini oymayanlar, hırstan delirmeyenler, beş on kuruş için dostluğu, sevgiyi, arkadaşlığı satmayanlar, bekâr Osman gibiler, Çerkes gibiler çoğalarak...
Bir gün, Menekşe deresi apaydınlık akacak, dibine Kuran düşse okunacak, işte böylesine ışık dolu.
Ben bu yazıyı arkadaşım
Faruk Şensoy'un isteği üzere yazdım. Faruk, Menekşe'ye has bir adamdır.
Yerini yanlış seçmiştir. O, çoktan Menekşe'ye gelmeli.
Kazım Ağa'yla dost olmalı, ondan el almalıydı.
Şu dünyada kim yerini buluyor ki, kim huyuna göre bir dünya yaşıyor ki...
Yazıyı bitirip de son noktayı koyunca gene indim Menekşe'ye... Doğru mu yazdıklarım, bir uygunsuzluk, fazla bir coşku var mı, diye...
Bir merak işte. İnsanın kendi kendisini yargılaması.
Muzaffer ağ onarıyordu bir teknenin içine oturmuş.
Bu bir kalkan ağıdır, dedi bana.
Metin de oradaydı. Metin bizim Adanalıdır. Birkaç yıldır da Menekşeli.
Denizin, denizdeki baharın, dipteki kalkanın kokusunu aldı Muzaffer, dedi.
Muzaffer'in güneşte sarı pos bıyıkları ışıldıyordu.
Düşünceli, dalmış, işindeydi.
Kalkana çıkmalı, dedi Muzaffer. Sonra başını kaldırdı uzunca bir
bana baktı.
"Bak arkadaş" dedi bana sonra da,
"Bana bak arkadaş, şu yeşil kayığı görüyor musun?" Eski, bir kayık kıyıya yan yatmıştı.
"Görüyorum" dedim.
"İşte bu kayık benimdir, benim türbemdir o..."
Ve sonra uzun uzun coşkuyla anlattı.
Bir gün hastalandığında, ölüm döşeklerine düştüğünde Muzaffer binecek bu kayığa, en fırtınalı günde açılacak denize, belki bir şafak vakti, verecek kendini mor dalgaların sonsuzluğuna... Bir daha...
Biliyorum, Muzaffer bu dediğini yapacaktır. O, bir deniz adamıdır ve ölüsünü yılanlar çıyanlar, börtü böcek yiyemeyecektir, o, denize karışıp gidecektir.
Muzaffer'le birlikte bağırdık:
"Yaşasın deniz, yaşasın balıklar, yaşasın bulutlar, yaşasın martılar, yaşasın balıkçılar, yaşasın dünya."
***
(Bugün Yaşar Kemal'in kalbimize inişinin 7. yıldönümü.)