Kim gelirse gelsin Menekşe'ye, Menekşe üstüne düş kurmadan edemez. Kıyıya dökülmüş tekneleri, gecekonduları, yıkıntıları, bozuk, çimento beton artığı kıyıları, Çekmece deresi...
Çekmece deresi, eski Bizans'ın Myrmex deresidir. Bizans gününden bu yana şanlıdır, şöhretlidir. Marmara'yı göle bağlar. Gölde ördekler, turna balıkları, yosunlar... Göl kıyısının iri turuncu kelebekleri olur.
Eskiden uzun boyunlu ak toy avlanırdı. Çekmece Gölü kıyılarında. Belki Bizans'ta da toy avlanırdı buralarda. Toylar uzun boyunlu, iri uzun kanatlı ak kuşlardır. Turna gibi salınarak yürürler, kuşkucu, güvensiz, yanına yaklaştırmaz kuşlardır. Bugünlerde daha toy geliyor mu Küçükçekmece kıyılarına, bilemiyorum. Uzun bir süredir göremedim. Toy görmek uğurdur, diyorlar. Kimi kuşların bir kutsal yönü vardır, toylar da o kutsal kuşlardandır. Öyle söylerler.
Menekşe'ye geldim geleli herkes gibi ben de olmadık düşler kurarım Menekşe üstüne, Menekşe balıkçıları üstüne. Menekşe'den bir ada yaparım kendime bir dünya kurarım. Kimin böyle bir yeri olsa, kim böyle bir yerde yaşasa mümkünü yok düşler, dünyalar kurmadan edemez.
Benim Menekşe'nin insanları, yani balıkçıları ermiş insanlardır. Tansıklar (Tanrısal, doğaüstü olay) yaratamazlar biliyorum, denizi, gökyüzünü her sabah doğayla birlikte yeniden canları istediği renge boyarlar. Orhan Veli, gökyüzünü canının istediği renge boyamayı, Menekşe balıkçılarından öğrenmiştir. Orhan, Menekşe'yi bilir miydi, bilmesin ne çıkar, o denizi boyamayı, lapinaların haresini onlardan öğrenmiştir. Görmemiştir, bilmemiştir ama öğrenmiştir. Orhan bir tansık adamdır, deniz adamıdır.
Bizans'ın ünlü Çekmece deresinin üstünde, gölle derenin kavuştuğu yerde Koca Sinan'ın özene bezene yaptığı bir köprü vardır. Yüzyıllardan bu yana kendi güzelliğini, hem de vakarını, onurunu berbat apartmanlara, balçığa, çamura, aşağısındaki o iğrenç, iğrenç kokular saçan mezbahaya karşı savunur.
Çekmece gölünün deresinin üstüne, kıyılarına ne ki çirkinse, ne ki pisse, berbatsa o yapılmıştır. Oysa esk-i den, Bizans çağını, Osmanlı çağını demiyorum, daha yenilerde, buraya, bu çirkin, bu ufunet saçan, bu iğrenç mezbaha yapılmadan önce Çekmece deresi aydınlık bir pınar suyu gibiydi.
Çekmece Gölü de bir aydınlık pınar suyu gibiydi. Dibine Kuran düşse okunur. İşte öyle. Bu pis, mikrop yuvası, bu kokudan yanından geçilmeyen mezbahayı buraya diktikten sonra her şey böyle oldu işte. Çevirip de gözünü o güzelim göle zor bakarsın, o aydınlık Çekmece deresi bir çamur, bir bataklık, bir koku... O Altın Boynuz dedikleri Haliç'ten daha beter. Haliç'ten hiçbir yer beter olamaz. Olamaz. İşte bu şehir böyle öldürülür. İşte doğanın canına böyle okunur.
Bu mezbahayı kaldırdılar, iyi ki...
Sinan köprüsünden belki şimdi geçemezdik o sası (mide bulandırıcı) pis mezbaha kokusu, o kan kokusu, kokmuş kan, bağırsak, işkembe, ham deri kokusu ciğerimizi sökerdi. Şimdi de söküyor ya... Bana öyle geliyor ki, belki de haksızlık ediyorum köprüye, belki mezbaha köprünün bitişiğine yapılsaydı, bu güzelim köprü onun da hakkından gelirdi. Bağırsağı, sasımış kanı, kokmuş deriyi, korkutmazdı, arıtır güzelleştirirdi.
Koca Sinan da bir tansık adamdır. Sinan'ın köprüsü mezbahayı da güzelleştirmenin bir yolunu bulurdu. Bulurdu da altından akan şu dereyi niçin kurtarmadı, yan verip gerildiği şu gölü niçin kurtaramadı. Bana kalırsa kurtardı da, kurtarıp ötesine bile geçti. Bir düşünün bakalım eğer bu köprü burada olmamış olsaydı, bu Çekmece Gölü, deresi böyle olur muydu? Gene de azıcık güzelliği var. Burayı Sinan kurtardı köprüsüyle, bile bile belki de...
Düşlemek gerek gelecek Çekmece'yi, oraya Sinanlar getirmek, köprüler kurdurmak, Sinan'a plajlar yaptırmak gerek. Ağaçlar dikmek, parklar yaptırmak, dereyi yeniden pırıl pırıl eylemek...Yeşil başlı ördekleri, toyları, kazları, kuğuları yeniden çağırmak gerek...
Kazım Ağa'yı o ışık gibi gülüşüyle yeniden çağırmalı Menekşe'ye. Odur balıkçıların Menekşe'sini kuran, onunla Lütfi Reis'tir.
Ben Lütfi Reis'e yetişemedim. Kimbilir, o da kara kalın kaşları altındaki sıcacık bakışlarıyla ne biçim gülerdi insanlara, sıcacık, kardeş... Ben hiç görmediğim balıkçıları hep Kazım Ağa'ya benzer sanıyorum öyle yumuşacık, sıcacık gülen, dünyayı gülüşüyle güzelleştiren. Kazım Ağa benim arkadaşımdı, ben dışarıya gittikten bir hafta sonra ölmüş. Onu bizim Taner Reis götürmüş hastaneye. Bir hafta komada kalmış. Komada bile öyle hasta değilmiş gibi gülüyormuş; hastalığı, komayı, hastaneyi, Menekşe'nin kirini pasını aydınlattığı gibi aydınlatıyormuş. Sonra ölüvermiş, bir incecik ışığın karanlıkta usulca sönüşü gibi, en son aydınlığı dünyamızda bırakarak sönüvermiş. Kazım Ağa istersek gelir. Belki de gelmez Menekşe'ye, niçin gelsin... O yerine Taner'i bırakmış, gülüşünü de vermiş onun dudaklarına öyle gitmiş. Bizim Taner otuz iki yaşındadır. O da gülüşüyle ısıtır Menekşe'yi, karanlığı... Kazım Ağa ona el vermiştir. Menekşe ışıksız, insanın içini umu-t ların en ölmeyeniyle dolduran gülüşüyle, gülüşsüz kalmasın diye.
Kazım Ağa ona el vermiştir, denizi sahipsiz komasın, denizi canı gibi sevsin, denize çıktığı zaman ağız dolusu sevinçle gülebilsin, diye. Kazım Ağa ona el vermiştir, deniz karşısında, bir damla ışıklı su karşısında yol kıyısında açmış bir küçücük mine çiçeği karşısında, bir yaprak bir çeşit ot, bir çocuk küçücük bir balık yavrusu, bir yengeç bir salyangoz karşısında sevgi dolu alçakgönüllü olsun, diye.
Ben Taner'i iyi tanırım. O benim Reis'imdir, ben onun teknesinde nice tayfalık yapmışımdır, bununla da övünürüm, böyle bir arkadaşım, dostum, ustam var diye övünürüm. Hiç kimsenin şu yeryüzünde böyle bir ustası, arkadaşı yok, diye de düşünürüm.. Vardır bilirim, yeryüzü insanla, hem de güzel, iyi, yüreği sevgi dolu insanla doludur. Bu kadar olumsuzluklar, belalar içinden sıyrılıp çıkıyor, yok olmuyorsak, yeryüzü yüreği sevinçle, sevgiyle, barışla, kardeşlikle dolu insanlarla dolu olduğundandır. Kazım Ağa kırk yıl teknesinde uyudu. Ben onu tanıdığımda, bir şafak vakti o teknesinin yanında duruyor, öyle dikilmiş yönünü de denize dönmüş, öyle bir tapınmada gibiydi, kıpırdamadan. Ben onu bil-i yordum ama tanışmamıştım. O da beni görmemişti, ben öyle sanıyordum. Orada, denizin kıyısında bir sürü, deniz ağarana kadar, o bekledi, ben bekledim.
Sonra belki bir kuş uçtu, belki denizde bir balık atladı havaya, belki bir uçak geçti Yeşilköy'ün oralardan. Belki de hiçbir şey olmadı, Kazım Ağa bana döndü, "Merhaba Kemal Abi" dedi... Seksenine kadar beni hep abi, diye çağırdı. O bütün taşları bilirdi. Menekşe'yi, Marmara'yı taş taş, dalga dalga bilirdi. Ben söylemiyorum, Kumkapı'nın, Menekşe'nin, Marmara'nın tekmil balıkçıları buna tanıktır. Son yıllarında ona Taner baktı, bir ana, bir kardeş, ağabey, büyük bir dost şefkatiyle baktı. Elden ayaktan düştüğünde onu elinden tutup istediği yere götürdü, yıkadı arıttı. Onun teknesinin üstüne yepyeni bir oda yaptık Taner'le... Orada son günlerini balıkçı arkadaşları arasında mutlu, güzel, insanca yaşadı.
Çok az yaşlı, Kazım Ağa kadar mutlu ölmüştür. Kırk yıl... Kırk yılın adı var, onun yatak odası, evi, mutfağı, medarı maişet (geçimi sağlayacak iş) motoru teknesi olmuştur. Şimdi Çekmece deresi kıyısında onun eski teknesi boynu bükük Kazım Ağa'yı bekliyor, biliyor, Kazım Ağa gelmeyecektir, o Taner'e el vermiştir. Taner onun yerini sevgiyle, aşkla, insanlıkla, güzellikle doldurmuştur. Kazım Ağa ağlarının arasında, arkadaşlarının sevgisinin sıcaklığında, arkasında Taner gibi bir insan, gözü arkada kalmadan, dünyaya dost birisini bıraktı.
Muzaffer kaldı Menekşe'de. Ha, Topal Hasan vardı, barbunyacı...
Topal Hasan taş ustası, üstüne barbunyacı gelmemiş bir balıkçıydı. Kumkapı'da ölmüş diyorlar. İnşallah ölmemiştir. Ben de biliyorum, onunla konuşmuşluğum vardır. Çok yaşlıydı buluştuğumuzda. Öyle sık sık bal-ı ğa çıkamıyordu ya, denizden de gözlerini bir türlü alamıyordu.
Sonra Topal Hasan'ın kardeşi Kara Hüseyin vardı, namlı balıkçıydı. Çok derinlerden ağ çekmesi, çalışmadığı, denize çıkmadığı zamanlar güneşin altına yatıp kafayı çekmesiyle ünlüydü. Muzaffer, Küçükçekmece'de büyümüştür. Orada, en yakın arkadaşı Capon Ahmet'le birlikte, gölün yamaçlarında kehribar başaklı harman sürmüştür. Capon'un on parmağında on hüner; tekne yapar Capon Ahmet, üstü başı yağ içindedir. Elleri, yüzü is içindedir. Motor onarır, kayık boyar... Arıdır Capon... Bir dakika durmaz. Muzaffer onun salaş, derme çatma atölyesinde kalır. Menekşe'deki evler yıkılmadan önce işte şurada, ağacın altında, kahvenin arkasındaydı onun işliği. Capon hoş adamdır, yumuşak, alçakgönüllü adamdır. İşinden başını kaldırdığında salt ufak ufak gülümser. Dünyaya, insanlara, denize tatlı, sıcacık gülümser. İşte bizim Muzaffer, altın başaklı harmanlardan gelmiştir. Babası Bitlislidir, demiryolları bekçisidir, çiftliği vardır Çekmece kıyılarında. Şimdi de...
"O ki, tekmil denizlerin ve hem de Marmara'nın bekçisidir kimdir o?"
"Kim olacak, Muzaffer'dir."
"O ki, kafayı çekmeden denize çıkmaz, kafayı çekince de üç kere aslan gibi kükrer, kimdir?"
"Muzaffer'dir."
"Uzun boylu, geniş omuzlu, iri yüzlü, sarışın, pos, düşük bıyıklarıyla bir heybet gibidir, o kimdir?"
"Muzaffer'dir."
O bir balık hamalı değildir. O, usta bir balıkçıdır. O , usta bir istiridyeci, usta bir tarakçıdır. O, ekmeğini denizlerin kulaç kulaç dibindeki taşlardan çıkarır, terleyerek, Deniz, onun tarlasıdır. Babasının göl kıyılarındaki çiftliği çoktaaaaan... Ama koskocaman Marmara onun tarlasıdır. Bakın, bizim aslan gibi kükreyen Muzaffer var ya, tam denize elli tekne taş dökerek, denizin balık üreyecek yerini ve hem de bilerek, kendisine bir taş tarlası yapan, o tarladan altı yıl Marmara'nın en güzel mercanlarını, karagözlerini, lapinalarını çıkarandır. Onun tarlasının yerini başka balıkçılar bulmuştur, kurutmuşlardır tarlasını. Onun taşını gırgırlar da yok etmişlerdir. Burada Muzaffer gibi balıkçılar gırgırlardan, trollardan yakınırlar. Kökü kuruyan balıklar da almışlar başlarını, bir iki tane kurtulanlar, çekip gitmişlerdir uzak denizlere...
Şimdi Muzaffer'in sekiz kadar taşı vardır, hiç kimse bilmez o taşların yerini... Muzaffer gizli gider taşlarına ve tuttuğu balıklarla övünür. Sevdiği insanlara yapıtını gösteren bir ressam hayranlığıyla balıklarını gösterir. Bir gün denizde Muzaffer'le karşılaştık. Uzaktan bana el etti, teknemi durdurdum. Yanıma kürek çekerek hızla geldi, hemencecik de livarından bir balık aldı. Balık güneşin altında kıpkırmızı menevişledi. Bu, ömrümde görmediğim kadar kocaman, belki altı yedi kiloluk bir mercandı. Diriydi de... Balık kıvranıyordu.
"Ben" dedim. "Muzaffer, mercanı nazik balık sanırdım, sudan çıkar çıkmaz ölür sanırdım..."
Muzaffer, öteki, yedi sekiz tane hep aynı boy mercanlarını gösterdikten sonra kayığını benim tekneme yanaştırdı:
"Dinle abi" dedi.
Kafayı bulmadan Muzaffer'in dili yoktur, salt gülümser kocaman pos bıyıklarıyla. Belki de kafayı bulmuştu, yukarda, benim bildiğim budur, Muzaffer kafayı çekmeden denize çıkmaz, demiştim, belki de sarhoşluğu geçmemişti, konuştu....
"Dinle, derinlerden çıkan mercanlar yaşamaz, çıkarken insanlar gibi vurgun yer de ondan... Ya da çok derinlerden çıkan mercan, suyu değiştiği için, bayılır... Derin su mercanı suyun yüzüne, daha çıktığı an yatar kalır... O ölmeyen mercanlar sığ suların, sığ sulardaki taşların balıklarıdır."
Muzaffer balıkların huyunu, denizin dilini bilir. O balıklarla konuşur belki, o denizle konuşur.
"Şu Marmara'nın üstünden gelip geçen bulutların da bekçisi kimdir?"
"Muzaffer'dir."
"Baharda açan çiçeğin, yürüyüp gelen dalganın, deniz dibinde patlayan baharın, yıldızların, yellerin bekçisi kimdir?"
"Muzaffer'dir."
Bulutlar, baharlar, topraklar, ağaçlar, sazlıklar, sular, tekmil dünya Muzaffer'in tarlasıdır. O ki, şu dünyada aslan gibi kükreyendir. Ve şu dünyada, şu yeryüzünde kimseye zararı olmamış, ama hiç kimseye zararı olmamış, hiçbir insanın gönlünü yıkmamış, gene kimdir.
O ki Muzaffer'dir. Bir yerde, dünyanın neresinde olursa olsun, Çin'de ve hem de Maçin'de, yeryüzünün bir ucunda Muzaffer gibi biri yaşıyorsa, yaşamışsa, yaşasın dünya, hem de bin yaşasın, dünya bütün belasına, aşağılık, sömürücü, katı, insanları aşağılayan, canavar insanlarına karşın, şu dünya yaşanılacak, sevinilecek, sevecek, gülecek, sevinçten deli divane olunacak bir yerdir.
Yaşasın Muzaffer. Muzaffer'i tanıyıp da, onun dostu, arkadaşı olup da onun dostluğuyla övünmeyen kişinin Allah bin belasını versin. Kazım Ağa, Taner'e el verdiğ i gibi, o güzelim insanlığıyla Muzaffer'e de elvermiştir.
(Son bölüm yarın)
Çekmece deresi, eski Bizans'ın Myrmex deresidir. Bizans gününden bu yana şanlıdır, şöhretlidir. Marmara'yı göle bağlar. Gölde ördekler, turna balıkları, yosunlar... Göl kıyısının iri turuncu kelebekleri olur.
Eskiden uzun boyunlu ak toy avlanırdı. Çekmece Gölü kıyılarında. Belki Bizans'ta da toy avlanırdı buralarda. Toylar uzun boyunlu, iri uzun kanatlı ak kuşlardır. Turna gibi salınarak yürürler, kuşkucu, güvensiz, yanına yaklaştırmaz kuşlardır. Bugünlerde daha toy geliyor mu Küçükçekmece kıyılarına, bilemiyorum. Uzun bir süredir göremedim. Toy görmek uğurdur, diyorlar. Kimi kuşların bir kutsal yönü vardır, toylar da o kutsal kuşlardandır. Öyle söylerler.
Menekşe'ye geldim geleli herkes gibi ben de olmadık düşler kurarım Menekşe üstüne, Menekşe balıkçıları üstüne. Menekşe'den bir ada yaparım kendime bir dünya kurarım. Kimin böyle bir yeri olsa, kim böyle bir yerde yaşasa mümkünü yok düşler, dünyalar kurmadan edemez.
Benim Menekşe'nin insanları, yani balıkçıları ermiş insanlardır. Tansıklar (Tanrısal, doğaüstü olay) yaratamazlar biliyorum, denizi, gökyüzünü her sabah doğayla birlikte yeniden canları istediği renge boyarlar. Orhan Veli, gökyüzünü canının istediği renge boyamayı, Menekşe balıkçılarından öğrenmiştir. Orhan, Menekşe'yi bilir miydi, bilmesin ne çıkar, o denizi boyamayı, lapinaların haresini onlardan öğrenmiştir. Görmemiştir, bilmemiştir ama öğrenmiştir. Orhan bir tansık adamdır, deniz adamıdır.
Bizans'ın ünlü Çekmece deresinin üstünde, gölle derenin kavuştuğu yerde Koca Sinan'ın özene bezene yaptığı bir köprü vardır. Yüzyıllardan bu yana kendi güzelliğini, hem de vakarını, onurunu berbat apartmanlara, balçığa, çamura, aşağısındaki o iğrenç, iğrenç kokular saçan mezbahaya karşı savunur.
Çekmece gölünün deresinin üstüne, kıyılarına ne ki çirkinse, ne ki pisse, berbatsa o yapılmıştır. Oysa esk-i den, Bizans çağını, Osmanlı çağını demiyorum, daha yenilerde, buraya, bu çirkin, bu ufunet saçan, bu iğrenç mezbaha yapılmadan önce Çekmece deresi aydınlık bir pınar suyu gibiydi.
Çekmece Gölü de bir aydınlık pınar suyu gibiydi. Dibine Kuran düşse okunur. İşte öyle. Bu pis, mikrop yuvası, bu kokudan yanından geçilmeyen mezbahayı buraya diktikten sonra her şey böyle oldu işte. Çevirip de gözünü o güzelim göle zor bakarsın, o aydınlık Çekmece deresi bir çamur, bir bataklık, bir koku... O Altın Boynuz dedikleri Haliç'ten daha beter. Haliç'ten hiçbir yer beter olamaz. Olamaz. İşte bu şehir böyle öldürülür. İşte doğanın canına böyle okunur.
Bu mezbahayı kaldırdılar, iyi ki...
Sinan köprüsünden belki şimdi geçemezdik o sası (mide bulandırıcı) pis mezbaha kokusu, o kan kokusu, kokmuş kan, bağırsak, işkembe, ham deri kokusu ciğerimizi sökerdi. Şimdi de söküyor ya... Bana öyle geliyor ki, belki de haksızlık ediyorum köprüye, belki mezbaha köprünün bitişiğine yapılsaydı, bu güzelim köprü onun da hakkından gelirdi. Bağırsağı, sasımış kanı, kokmuş deriyi, korkutmazdı, arıtır güzelleştirirdi.
Koca Sinan da bir tansık adamdır. Sinan'ın köprüsü mezbahayı da güzelleştirmenin bir yolunu bulurdu. Bulurdu da altından akan şu dereyi niçin kurtarmadı, yan verip gerildiği şu gölü niçin kurtaramadı. Bana kalırsa kurtardı da, kurtarıp ötesine bile geçti. Bir düşünün bakalım eğer bu köprü burada olmamış olsaydı, bu Çekmece Gölü, deresi böyle olur muydu? Gene de azıcık güzelliği var. Burayı Sinan kurtardı köprüsüyle, bile bile belki de...
Düşlemek gerek gelecek Çekmece'yi, oraya Sinanlar getirmek, köprüler kurdurmak, Sinan'a plajlar yaptırmak gerek. Ağaçlar dikmek, parklar yaptırmak, dereyi yeniden pırıl pırıl eylemek...Yeşil başlı ördekleri, toyları, kazları, kuğuları yeniden çağırmak gerek...
Kazım Ağa'yı o ışık gibi gülüşüyle yeniden çağırmalı Menekşe'ye. Odur balıkçıların Menekşe'sini kuran, onunla Lütfi Reis'tir.
Ben Lütfi Reis'e yetişemedim. Kimbilir, o da kara kalın kaşları altındaki sıcacık bakışlarıyla ne biçim gülerdi insanlara, sıcacık, kardeş... Ben hiç görmediğim balıkçıları hep Kazım Ağa'ya benzer sanıyorum öyle yumuşacık, sıcacık gülen, dünyayı gülüşüyle güzelleştiren. Kazım Ağa benim arkadaşımdı, ben dışarıya gittikten bir hafta sonra ölmüş. Onu bizim Taner Reis götürmüş hastaneye. Bir hafta komada kalmış. Komada bile öyle hasta değilmiş gibi gülüyormuş; hastalığı, komayı, hastaneyi, Menekşe'nin kirini pasını aydınlattığı gibi aydınlatıyormuş. Sonra ölüvermiş, bir incecik ışığın karanlıkta usulca sönüşü gibi, en son aydınlığı dünyamızda bırakarak sönüvermiş. Kazım Ağa istersek gelir. Belki de gelmez Menekşe'ye, niçin gelsin... O yerine Taner'i bırakmış, gülüşünü de vermiş onun dudaklarına öyle gitmiş. Bizim Taner otuz iki yaşındadır. O da gülüşüyle ısıtır Menekşe'yi, karanlığı... Kazım Ağa ona el vermiştir. Menekşe ışıksız, insanın içini umu-t ların en ölmeyeniyle dolduran gülüşüyle, gülüşsüz kalmasın diye.
Kazım Ağa ona el vermiştir, denizi sahipsiz komasın, denizi canı gibi sevsin, denize çıktığı zaman ağız dolusu sevinçle gülebilsin, diye. Kazım Ağa ona el vermiştir, deniz karşısında, bir damla ışıklı su karşısında yol kıyısında açmış bir küçücük mine çiçeği karşısında, bir yaprak bir çeşit ot, bir çocuk küçücük bir balık yavrusu, bir yengeç bir salyangoz karşısında sevgi dolu alçakgönüllü olsun, diye.
Ben Taner'i iyi tanırım. O benim Reis'imdir, ben onun teknesinde nice tayfalık yapmışımdır, bununla da övünürüm, böyle bir arkadaşım, dostum, ustam var diye övünürüm. Hiç kimsenin şu yeryüzünde böyle bir ustası, arkadaşı yok, diye de düşünürüm.. Vardır bilirim, yeryüzü insanla, hem de güzel, iyi, yüreği sevgi dolu insanla doludur. Bu kadar olumsuzluklar, belalar içinden sıyrılıp çıkıyor, yok olmuyorsak, yeryüzü yüreği sevinçle, sevgiyle, barışla, kardeşlikle dolu insanlarla dolu olduğundandır. Kazım Ağa kırk yıl teknesinde uyudu. Ben onu tanıdığımda, bir şafak vakti o teknesinin yanında duruyor, öyle dikilmiş yönünü de denize dönmüş, öyle bir tapınmada gibiydi, kıpırdamadan. Ben onu bil-i yordum ama tanışmamıştım. O da beni görmemişti, ben öyle sanıyordum. Orada, denizin kıyısında bir sürü, deniz ağarana kadar, o bekledi, ben bekledim.
Sonra belki bir kuş uçtu, belki denizde bir balık atladı havaya, belki bir uçak geçti Yeşilköy'ün oralardan. Belki de hiçbir şey olmadı, Kazım Ağa bana döndü, "Merhaba Kemal Abi" dedi... Seksenine kadar beni hep abi, diye çağırdı. O bütün taşları bilirdi. Menekşe'yi, Marmara'yı taş taş, dalga dalga bilirdi. Ben söylemiyorum, Kumkapı'nın, Menekşe'nin, Marmara'nın tekmil balıkçıları buna tanıktır. Son yıllarında ona Taner baktı, bir ana, bir kardeş, ağabey, büyük bir dost şefkatiyle baktı. Elden ayaktan düştüğünde onu elinden tutup istediği yere götürdü, yıkadı arıttı. Onun teknesinin üstüne yepyeni bir oda yaptık Taner'le... Orada son günlerini balıkçı arkadaşları arasında mutlu, güzel, insanca yaşadı.
Çok az yaşlı, Kazım Ağa kadar mutlu ölmüştür. Kırk yıl... Kırk yılın adı var, onun yatak odası, evi, mutfağı, medarı maişet (geçimi sağlayacak iş) motoru teknesi olmuştur. Şimdi Çekmece deresi kıyısında onun eski teknesi boynu bükük Kazım Ağa'yı bekliyor, biliyor, Kazım Ağa gelmeyecektir, o Taner'e el vermiştir. Taner onun yerini sevgiyle, aşkla, insanlıkla, güzellikle doldurmuştur. Kazım Ağa ağlarının arasında, arkadaşlarının sevgisinin sıcaklığında, arkasında Taner gibi bir insan, gözü arkada kalmadan, dünyaya dost birisini bıraktı.
Muzaffer kaldı Menekşe'de. Ha, Topal Hasan vardı, barbunyacı...
Topal Hasan taş ustası, üstüne barbunyacı gelmemiş bir balıkçıydı. Kumkapı'da ölmüş diyorlar. İnşallah ölmemiştir. Ben de biliyorum, onunla konuşmuşluğum vardır. Çok yaşlıydı buluştuğumuzda. Öyle sık sık bal-ı ğa çıkamıyordu ya, denizden de gözlerini bir türlü alamıyordu.
Sonra Topal Hasan'ın kardeşi Kara Hüseyin vardı, namlı balıkçıydı. Çok derinlerden ağ çekmesi, çalışmadığı, denize çıkmadığı zamanlar güneşin altına yatıp kafayı çekmesiyle ünlüydü. Muzaffer, Küçükçekmece'de büyümüştür. Orada, en yakın arkadaşı Capon Ahmet'le birlikte, gölün yamaçlarında kehribar başaklı harman sürmüştür. Capon'un on parmağında on hüner; tekne yapar Capon Ahmet, üstü başı yağ içindedir. Elleri, yüzü is içindedir. Motor onarır, kayık boyar... Arıdır Capon... Bir dakika durmaz. Muzaffer onun salaş, derme çatma atölyesinde kalır. Menekşe'deki evler yıkılmadan önce işte şurada, ağacın altında, kahvenin arkasındaydı onun işliği. Capon hoş adamdır, yumuşak, alçakgönüllü adamdır. İşinden başını kaldırdığında salt ufak ufak gülümser. Dünyaya, insanlara, denize tatlı, sıcacık gülümser. İşte bizim Muzaffer, altın başaklı harmanlardan gelmiştir. Babası Bitlislidir, demiryolları bekçisidir, çiftliği vardır Çekmece kıyılarında. Şimdi de...
"O ki, tekmil denizlerin ve hem de Marmara'nın bekçisidir kimdir o?"
"Kim olacak, Muzaffer'dir."
"O ki, kafayı çekmeden denize çıkmaz, kafayı çekince de üç kere aslan gibi kükrer, kimdir?"
"Muzaffer'dir."
"Uzun boylu, geniş omuzlu, iri yüzlü, sarışın, pos, düşük bıyıklarıyla bir heybet gibidir, o kimdir?"
"Muzaffer'dir."
O bir balık hamalı değildir. O, usta bir balıkçıdır. O , usta bir istiridyeci, usta bir tarakçıdır. O, ekmeğini denizlerin kulaç kulaç dibindeki taşlardan çıkarır, terleyerek, Deniz, onun tarlasıdır. Babasının göl kıyılarındaki çiftliği çoktaaaaan... Ama koskocaman Marmara onun tarlasıdır. Bakın, bizim aslan gibi kükreyen Muzaffer var ya, tam denize elli tekne taş dökerek, denizin balık üreyecek yerini ve hem de bilerek, kendisine bir taş tarlası yapan, o tarladan altı yıl Marmara'nın en güzel mercanlarını, karagözlerini, lapinalarını çıkarandır. Onun tarlasının yerini başka balıkçılar bulmuştur, kurutmuşlardır tarlasını. Onun taşını gırgırlar da yok etmişlerdir. Burada Muzaffer gibi balıkçılar gırgırlardan, trollardan yakınırlar. Kökü kuruyan balıklar da almışlar başlarını, bir iki tane kurtulanlar, çekip gitmişlerdir uzak denizlere...
Şimdi Muzaffer'in sekiz kadar taşı vardır, hiç kimse bilmez o taşların yerini... Muzaffer gizli gider taşlarına ve tuttuğu balıklarla övünür. Sevdiği insanlara yapıtını gösteren bir ressam hayranlığıyla balıklarını gösterir. Bir gün denizde Muzaffer'le karşılaştık. Uzaktan bana el etti, teknemi durdurdum. Yanıma kürek çekerek hızla geldi, hemencecik de livarından bir balık aldı. Balık güneşin altında kıpkırmızı menevişledi. Bu, ömrümde görmediğim kadar kocaman, belki altı yedi kiloluk bir mercandı. Diriydi de... Balık kıvranıyordu.
"Ben" dedim. "Muzaffer, mercanı nazik balık sanırdım, sudan çıkar çıkmaz ölür sanırdım..."
Muzaffer, öteki, yedi sekiz tane hep aynı boy mercanlarını gösterdikten sonra kayığını benim tekneme yanaştırdı:
"Dinle abi" dedi.
Kafayı bulmadan Muzaffer'in dili yoktur, salt gülümser kocaman pos bıyıklarıyla. Belki de kafayı bulmuştu, yukarda, benim bildiğim budur, Muzaffer kafayı çekmeden denize çıkmaz, demiştim, belki de sarhoşluğu geçmemişti, konuştu....
"Dinle, derinlerden çıkan mercanlar yaşamaz, çıkarken insanlar gibi vurgun yer de ondan... Ya da çok derinlerden çıkan mercan, suyu değiştiği için, bayılır... Derin su mercanı suyun yüzüne, daha çıktığı an yatar kalır... O ölmeyen mercanlar sığ suların, sığ sulardaki taşların balıklarıdır."
Muzaffer balıkların huyunu, denizin dilini bilir. O balıklarla konuşur belki, o denizle konuşur.
"Şu Marmara'nın üstünden gelip geçen bulutların da bekçisi kimdir?"
"Muzaffer'dir."
"Baharda açan çiçeğin, yürüyüp gelen dalganın, deniz dibinde patlayan baharın, yıldızların, yellerin bekçisi kimdir?"
"Muzaffer'dir."
Bulutlar, baharlar, topraklar, ağaçlar, sazlıklar, sular, tekmil dünya Muzaffer'in tarlasıdır. O ki, şu dünyada aslan gibi kükreyendir. Ve şu dünyada, şu yeryüzünde kimseye zararı olmamış, ama hiç kimseye zararı olmamış, hiçbir insanın gönlünü yıkmamış, gene kimdir.
O ki Muzaffer'dir. Bir yerde, dünyanın neresinde olursa olsun, Çin'de ve hem de Maçin'de, yeryüzünün bir ucunda Muzaffer gibi biri yaşıyorsa, yaşamışsa, yaşasın dünya, hem de bin yaşasın, dünya bütün belasına, aşağılık, sömürücü, katı, insanları aşağılayan, canavar insanlarına karşın, şu dünya yaşanılacak, sevinilecek, sevecek, gülecek, sevinçten deli divane olunacak bir yerdir.
Yaşasın Muzaffer. Muzaffer'i tanıyıp da, onun dostu, arkadaşı olup da onun dostluğuyla övünmeyen kişinin Allah bin belasını versin. Kazım Ağa, Taner'e el verdiğ i gibi, o güzelim insanlığıyla Muzaffer'e de elvermiştir.
(Son bölüm yarın)
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
Sonraki Haber
Daha Fazla Gör
- Son dakika video izle
- Son dakika haberleri
- A Haber analiz
- Gündem haberleri
- Ekonomi haberleri
- Otomobil haberleri
- Namaz vakitleri
- Hava durumu
- İstanbul Yol durumu
- Atv canlı yayın izle
- Spor haberleri
- Foto galeri
- Son dakika emekli haberleri
- Teknoloji haberleri
- A Haber programlar
- Sabah – Takvim yazarları oku
- Kuruluş Osman izle
- Gazete manşetleri
- Instagram dondurma
- Cebindeki bozukluk milyonlar eder! Nadir paralarla servet kazan
- Şaşırtıcı gerçek! Köpeklerin ezan sırasında ulumasının sebebi ortaya çıktı
- 22 Kasım Diş Hekimleri Günü: Diş Hekimleri Günü için resimli, yazılı, anlamlı mesajlar
- Evde başladı, Türkiye’nin her köşesine ulaştı: Yoğun talep görüyor, siparişlere yetişemiyor!
- YDS SONUÇLARI SORGULAMA EKRANI: 2024-YDS/2 sonuçları açıklandı! YDS sonucu nereden öğrenilir?
- Uyanık kadınlar! Erkeklerin hilelerini fark eden 3 burç
- Çocuğunuz dahi olabilir! Anlamak çok kolay!
- 22 Kasım hava durumu: Hafta sonuna dikkat, sıcaklık 10-15 derece düşecek | İstanbul’da şiddetli lodos ve kar alarmı
- 22 Kasım Cuma Hutbesi PDF | Cuma hutbesi konusu: İlim İzzete, Şiddet Zillete Götürür
- Resimde gördüğünüz ilk şey, karakterinizin derinliklerini anlatıyor!
- Antalya'da 6 ilçede okullar tatil edildi! İşte turuncu kodlu uyarı verilen ilçeler
- Kırmızı halı sermek ne anlama gelir, kırmızı halı nereden geliyor? Kırmızı halının evrensel hikayesi