Jeff Peters ve kişisel çekim gücü!..
***
Jeff Peters, para kazanmak için South Carolina eyaletinin Charleston kentinde bilinen pirinç pişirme tarifleri kadar çok sayıda dolap çevirmiş bir adamdır.
Ben her şeyden çok onun eski günlerden söz eden anılarını dinlemekten hoşlanırım; sokak başlarında merhem ve öksürük şurubu sattığı, insanlarla dostça ilişkiler yaşarken geçimini zorlukla sağladığı, talihi için son meteliğiyle yazı tura attığı o günlerin öykülerini.
"Arkansas'ta Fisher Hill'e geldiğimde" diye anlatmaya başladı bir gün.. "Üzerimde geyik derisinden bir giysi, ayaklarımda yerli makosenler vardı. Saçlarım epey uzamıştı. Otuz karatlık bir elmas yüzük sahibiydim. Bir Kızılderiliden almıştım onu.
Takas olarak verdiğim çakıyla ne yaptı bilmem.
O günlerde ben Dr. Waugh-hoo idim; çevrede ünlenmiş yerli sihirbaz hekim. Elimdeki en iyi mal, gençlik şurubuydu. Bu şurup, Choctaw kabilesi'nin reisinin güzel eşi Ta-quala'nın her yıl yapılan mısır dansı töreninde hazırladığı köpek haşlamasını süslemek için bir şeyler toplarken rastlantıyla bulduğu şifalı otlardan yapılmıştı.
Bir önceki kasabada işler iyi gitmediğinden sadece beş dolar vardı cebimde. Fisher Hill'in eczacısına giderek mantarlarıyla birlikte iki yüz gramlık altı düzüne şişe aldım, veresiye. Önceki kasabadan arta kalan etiketlerle şurup katkıları valizimdeydi.
Oteldeki odama dönüp de musluk suyunun doldurduğu düzinelerce gençlik şurubu şişesinin masaya dizildiğini gördüğümde yaşam tekrar pembeleşmişti benim için.
Hayır, sahtecilik falan yok. O altı düzinedeki şişelerde iki dolarlık kınakına eriyiğiyle on sentlik anilin boya vardı. Yıllar sonra tekrar uğradığım kasabalarda o şuruplardan isteyen birçok kişiyle karşılaştım.
O akşam araba kiralayıp kasabanın ana caddesinde şurupları satmaya başladım. Fisher Hill, havası basık, sıkıntılı bir kasabaydı. Bu yeni şurubun, benim yeni şuruplar gibi sözümona pnömökardiyak antiskorbüt bir birleşimin tam da halkın gereksinim duyacağı bir şey olacağı tanısını çoktan koymuştum.
Şuruplar bir vejetaryen yemeğinde kızarmış dana uylukları gibi ilgi çekmişti. Tanesi elli sentten tam iki düzine satmıştım ki birisinin ceketimin ucunu çekiştirdiğini duyumsadım. Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Hemen aşağı atlayıp göğüsünde Alman gümüşünden bir yıldız taşıyan adamın eline bir beş dolarlık sıkıştırıverdim.
'Memur Bey' dedim, 'ne güzel bir gece.' 'İlaç diye övüp durduğun bu uyduruk sıvıyı satmak için kentten alınmış izin belgen var mı?' diye sordu.
'Yok' dedim, 'Kente özel izin belgeniz olduğunu bilmiyordum. Gerekli ise yarın hallederim.' 'O zamana kadar satışını yasaklamak zorundayım' dedi polis.
İşi bırakıp otele döndüm. Olan biteni otelciye anlatırken, 'Fisher Hill'de iş göremezsin' dedi adamcağız.
'Buradaki tek doktor belediye başkanının kayınbiraderi olan Dr. Hoskins'tir. Kasabada sahte doktorlara göz yummazlar.' 'Ama ben doktorluk yapmıyorum ki' dedim, 'Eyaletten alınma seyyar satıcı belgem var. Gittiğim yerlerde gerekli olursa bir de kent izin belgesi alıyorum.' Ertesi sabah belediye başkanının makamına gittim.
Henüz gelmediğini söylediler. Ne zaman geleceğini bilmiyorlardı. Bunun üzerine Dr. Waug-hoo yine bir otel koltuğuna çökerek iyisinden bir puro tüttürüp beklemeye başladı.
Birkaç dakika geçmemişti ki mavi boyun bağlı bir genç, yanımda koltuğa oturdu ve saati sordu bana. 'On buçuk' dedikten sonra, 'Sen, Andy Tucker'sın' diye ekledim. 'Seni iş üstünde görmüştüm.
Güney eyaletlerinde Büyük Cupid Hediye Paketi'ni tezgahlayan sen değil miydin? Hani içinde Şili işi bir nişan yüzüğü, bir nikah yüzüğü, bir patates püresi aleti, bir şişe iç açıcı şurup ve bir de Dorothy Vernon serisinden bir kozmetik vardı, hepsi elli sente.' Andy kendisini tanıdığımı duyunca sevindi.
Gezgin satıcılık işinde becerikliydi doğrusu. Bunun ötesinde, mesleğine saygı duyardı; yüzde üç yüz kar yeterdi ona. Yasadışı ilaç ve ot işine girmesi için çok teklif almasına karşın doğru yoldan hiç sapmamıştı.
Bir ortağım olsa iyi olur diye düşünüyordum.
Andy ile birlikte iş yapmaya karar verdik. Ona Fisher Hill'deki durumu, yerel bazı siyası nedenlerden ötürü para işlerinin kesat olduğunu anlattım.
Andy daha o sabah inmişti trenden. O da meteliksizdi.
Kasabada evlerin kapılarını çalıp Eureka Springs'te yeni bir savaş gemisi yapılması için para yardımı toplamayı planlıyordu. Verandaya çıkıp o işi konuştuk.
Ertesi sabah saat on birde verandada yalnız otururken bir Tom Amca (Zenci Uşağı kastediyor) ayaklarını süreye süreye otele gelip doktoru sordu.
Hasta olan Belediye Başkanı Banks'a götürmek istiyordu.
'Ben doktor değilim' dedim, 'Neden doktoru çağırmıyorsun?' 'Patron' dedi adam, 'Doktor Hoskins kasaba dışında; birkaç hastayı görmeye gimiş. Kasabadaki tek doktor o.. Başkan Banks çok kötü durumda. Sizi çağırmak için gönderdi beni; lütfen gelin, efendim.' 'Peki' dedim, 'İnsanlık adına geliyorum. Gidip şöyle bir bakarım ona.' Cebime bir şişe gençlik şurubu atıp kasabanın en güzel evi olan belediye başkanının katlı çatılı konağına yollandım. Bahçesinde dökme demirden iki köpek vardı.
Yatağa gömülmüş Başkan Banks'ın görünen yerleri sadece ayakları, sakal ve bıyıklarıydı.
Karnından gelen sesler San Francisco halkını parklara koşturacak denli güçlüydü.
Baş ucunda elinde bir bardak su tutan gençten bir adam duruyordu.
'Doktor, çok hastayım' dedi Başkan, 'ölmek üzereyim; benim için bir şey yapamaz mısın?' 'Sayın Başkan' dedim, 'Ben S.Q.Lapius'un (Yunan Şifa Tanrısı) öğrencisi değilim, tıp eğitimi de almadım.
Sıradan bir vatandaş gibi acaba bir yardımım dokunabilir mi diye bakmaya geldim sadece.' 'Çok teşekkür ederim' dedi Başkan. 'Doktor Waugh-hoo, yanımdaki bu genç, yeğenim Bay Biddle'dır.
Sıkıntımı hafifletmeye çalıştı, ama bir yararı olmadı.
Off! Ay! Aman!' Başımı eğerek Bay Biddle'ı selamladıktan sonra yatağa iyice yanaşıp Başkan'ın nabzını tuttu.
'Karaciğerinize, pardon yani dilinize bir bakayım' dedim. Sonra da göz kapaklarını aralayıp gözbebeklerine yakından baktım.
'Kaç gündür hastasınız?' diye sordum.
'Dün gece yatağa düştüm' dedi Başkan. 'Oy!
Aman!' diye inledi bu arada. 'Bir ilaç ver n'olur.' 'Bay Fiddle' dedim. 'Perdeyi biraz açar mısınız?' 'Biddle' diye düzeltti genç adam, sonra amcasına dönüp, 'James Amca, jambonlu yumurta yaptırsak yiyebilir misin?' diye sordu.
'Kulağımı Başkan'ın sağ kürek kemiğine dayayıp dinledikten sonra, 'Kalvsenizin klavikulasında kötü bir super-yangı atağı var' dedim.
'Aman tanrım' diye inledi adam, 'Orasını ovacak bir şey veremez misin? Yapacak bir şey yok mu?' Şapkamı alıp kapıya doğru yürüdüm.
'Gidiyor musun, doktor?' dedi Başkan, uluma gibi bir sesle. 'Beni böyle super bilmemnelerle baş başa bırakıp ölmeme göz mü yumacaksın yani?' Bay Biddle da, 'İnsanlık öldü mü Dr. Whoa, ha?' dedi. 'Bir insan, acı çeken bir kardeşini yüzüstü bırakıp gider mi?' 'Dr. Waugh-hoo, haydi iş başına' diye mırıldandım kendi kendime. Sonra yatağın yanına döndüm, uzun saçlarımı geriye atarak, 'Bay Başkan' dedim, 'sizin için tek bir umut var; ilaçların size yararı olmaz. İlaçlar ne denli iyi ve güçlü olursa olsun onlardan daha üstün başka bir güç var.' 'Nedir, o?' 'Bilimsel uygulamalar' dedim. 'Aklın diğer her şeye üstünlüğü; kendimizi iyi hissetmediğimiz zamanlarda ortaya çıkanlar dışında ağrının ve hastalığın var olmadığı inancı. Geriye dönük olarak yaşayın bunu, uygulayın.' 'Ne biçim laflar bunlar, Doktor?' dedi Başkan, 'sosyalist falan değilsin herhalde?' 'Sözünü ettiğim şey psişik finans uygulaması öğretisi' dedim, 'Safsataları ve menenjiti uzaktan, bilinçaltı aracılığıyla tedavi eden aydınlıkçı düşünce akımı; harika bir evcil uğraş olan kişisel çekim gücü.' 'Uygulayabilir misin?' diye sordu Başkan.
'Ben, Sole Sandhedrims and Ostensible Hooplas'lardan biriyim' dedim. 'Elimi şöyle bir gezdirdim mi topallar konuşur, körler yürür.
Medyumluk hipnotizma ve ruhsal denetim niteliklerim arasındadır.
Ann Arbor'daki son oturumlarım sırasında Sirke Şampuan'ları şirketi'nin göçmüş başkanı dünyaya geri dönüp kız kardeşi Jane ile konuşabilmesini bana borçludur. Beni sokaklarda yoksullara ilaç satarken görürsünüz. Kişisel çekim gücümü onlar üzerinde uygulayamıyorum, çünkü bu işi ayağa düşürmek istemem.' 'Beni tedavi eder misin?' diye sordu Başkan.
'Bakın, gittiğim her yerde başım sağlık kurumları ile derde girdi.
Doktorluk yapmıyorum. Fakat siz belediye başkanı olarak izin belgesi konusunu sorun etmezseniz yaşamınızı kurtarmak için psişik tedaviye başlayabilirim.' 'Etmem elbette; hemen başla, doktor; ağrılar yine geliyor' 'Ücretim 250 dolardır' dedim, 'iki uygulama sonunda iyileştirme güvencesiyle.' 'Tamam' dedi Başkan, 'veririm; yaşamım o kadar eder herhalde.' Yatağın başucuna oturup gözlerimi gözlerine diktim. 'Şimdi, aklınızı hastalıklardan uzaklaştırın' diye söze başladım. 'Hasta değilsiniz.
Kalp, klavikula, dirsek uyuşması, beyin gibi şeyler yok sizde. Ağrınız da yok. Yanıldığınızı söyleyin.
Zaten olmayan ağrılarınızın şimdi geçmekte olduğunu duyumsuyorsunuz, değil mi?' 'Gerçekten daha iyiyim, doktor' dedi Başkan, 'değilsem ne olayım.
Şimdi bir de sol yanımdaki şişkinliğin yok olduğu hakkında birkaç yalan söyle; o zaman sanırım kalkıp birkaç kara buğday çöreğiyle sosis yapabilirim. Ellerimle birkaç hareket yaptım "Yandı yok oldu" dedim.
"Perihelion'un sağ yumrusu indi.
Uykunuz geliyor. Göz kapaklarınızı açık tutamıyorsunuz artık, çünkü şu anda hastalık geçmiş bulunuyor.
Uyuyorsunuz." Başkan, yavaşça gözlerini kapattı ve horlamaya başladı. "Bay Tiddle" dedim, "Modern bilimin harikalarını görüyorsunuz." "Biddle" diye düzeltti. "Amcamın tedavisinin kalan kısmını ne zaman uygulayacaksınız, Dr. Pooh-pooh?" "Waugh-hoo" dedim. "Yarın saat on birde geleceğim.
Uyanınca 8 damla terebentinle, bir kilo biftek verin. İyi günler." Ertesi sabah tam zamanında geldim. Bay Biddle yatak odasının kapsını açtığında, "Amcanız bu sabah nasıl?" diye sordum.
"Çok daha iyi." dedi genç adam.
Başkan'ın rengi ve nabzı iyiydi. Bir uygulama daha yaptım. Artık hiç ağrısı kalmadığını söyledi.
"Bir iki gün daha yatakta kalırsanız daha iyi olur." dedim. "O zaman tamamen iyileşmiş olursunuz.
Fisher Hill'de bulunmam iyi oldu, yoksa tıp dünyasının kullandığı şifa yöntemlerinin hiçbiri sizi kurtaramazdı. Şimdi yanlışlık giderildiğine ve ağrının yalan olduğu kanıtlandığına göre daha neşeli bir konuya geçelim; şu bizim 250 dolarlık ücrete. Çek olmasın lütfen. Çekin ne arka yüzünü imzalamayı severim ne ön yüzünü." "Yanımda nakit var." dedi Başkan, yastığının altından bir cüzdan çıkarırken. Beş tane elli dolarlık ayırıp elinde tuttu. "Makbuz al." dedi Biddle'a.
Makbuzu imzaladım. Başkan'dan aldığım dolarları güzelce cebime yerleştirdim.
Başkan, bir hastadan hiç umulmadık bir sırıtışla, "Memur bey hadi görevini yap!" diye seslendi Biddle'a.
Bay Biddle koluma yapıştı. "Doktor Waughhoo, yani asıl adınızla Peters." dedi, "Yetkiniz olmadan doktorluk yaptığınızdan dolayı eyalet yasalarına göre tutuklusunuz." "Kimsin sen?" diye sordum.
"Kim olduğunu ben söyleyeyim." dedi Başkan, yatağında oturarak. "Eyalet Tıp Derneği tarafından gönderilen bir dedektif. Seni beş beldede izliyordu.
Dün bana başvurdu, seni yakalamak için bu oyunu oynadık. Ee, Sayın Hint Fakiri, artık bu taraflarda doktorluk yapamayacaksın." gülerek ekledi, "Ne diyordun bakayım, doktorcuğum, neydi o koyduğun tanı? Her neyse, beyin sulanması değildi sanırım."
"Bir dedektif ha?" dedim.
"İyi bildin" dedi Biddle, "Seni şerife teslim etmek durumundayım."
"Haydi, yap da göreyim" deyip Biddle'ın boğazına sarıldım. Az daha pencereden atıyordum ki çenemin altına bir tabanca dayadı, olduğum yerde kaldım. Kelepçe taktıktan sonra cebimdeki paraları aldı.
Başkan'a dönüp, "Bakın Başkan Banks" dedi, "Bunlar birlikte işaretlediğimiz banknotlar. Şerife gidince bunları kendisine teslim ederim. O da size makbuz gönderir. Bu paralar mahkemede kanıt olarak kullanılacak."
"Tamam, Bay Biddle." dedi Başkan. Sonra bana dönerek, "Ee Doktor Waugh-hoo, bir uygulama daha yapsana" dedi. "Çekim gücünün mantarını dişlerinle çıkarıp bir hokus pokusla kelepçelerinden kurtulmayı beceremez misin?" Ağırbaşlı bir tavırla "Haydi gidelim, Memur Bey" dedim. "Başa gelen çekilir." Sonra Banks'e döndüm ve kelepçelerimi şakırdatarak, "Bay Başkan" dedim, "Kişisel çekim gücünün bir başarı öyküsü olduğuna inanacağınız zaman yakındır. Hem onun bu işte de başarıya ulaştığını göreceksiniz."
Ve başarıya ulaştı bence.
Konağın bahçe kapısına geldiğimizde, "Birilerine rastlayabiliriz, Andy" dedim. "Şunları çıkarsan iyi olur"
Ha, bu arada, o genç adam Andy Tucker'dı elbette. Bu, onun tasarladığı bir oyundu. İş ortaklığına başlamak için gerekli sermayeyi işte böyle sağlamıştık.
***
PAZAR NEŞESİ
Karı koca istasyonda banliyö trenini bekliyorlardı. Adamın dikkatini yeni konmuş bir baskül çekti. Üzerinde "Hem kilonuz hem falınız" yazıyordu.
Gitti, 1 lira attı. Üstüne çıktı. Ekranda hem kilosunu hem falını okudu.
"82 kilogram / Enerjik, parlak, yaratıcı ve yatakta harika bir erkeksiniz!." Karısını çağırdı heyecanla "Gel bak, ne yazıyor" diye..
Kadın şöyle bir baktı.
"Püh" dedi. "Zaten kilon da yanlış!."
LATİN SÖZLERİ
"Dicere enim bene nemo potest, nisi qui prudenter intelligit."
"Ne konuşacağını tam bilmezsen, iyi konuşamazsın!." Cicero
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- En güzel manzara... İnsan!.. (23.11.2022)
- Türk ve Norveç Halk Müziği’nde ortak noktalar!.. (24.04.2022)
- Bugün için yazmak içimden gelmedi, inanın!.. (23.04.2022)
- Domenec Torrent, hoca moca değil!.. (22.04.2022)
- Pitbull dehşeti ve verilen komik ceza!.. (21.04.2022)
- Bravo Yıldız!.. Bravo Mevlüt!.. Önce ‘İnsan’, önce ‘Çocuklar’ çünkü... (20.04.2022)
- Ne mutlu bana Erol, sana değil, bana! (19.04.2022)
- Muhteşem Çeşme Projesi ve istemezükçüler!.. (17.04.2022)
- Bir muhteşem okul... Bir muhteşem sergi... (16.04.2022)
- “Türkiye’nin ne güzel yolları var” turu!.. (15.04.2022)