Fatih’ten bugüne Ayasofya ve Avrupa...
İnsanlık Tarihinde Bir Yıldızın Parladığı Anlar.. (Almanca: Sternstunden der Menschheit /1927)
Emsalsiz anlatımı yüzünden bir nefeste okunan kitabı niçin yazdığını Zweig şöyle anlatır..
"Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar diye adlandırdım; çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadırlar. İşte bu kitabımla, değişik zamanlara, değişik bölgelere ait kimi önemli anları, İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar'ı anımsatmaya çalıştım. Kitapta yer alan tarihsel olayları anlatırken, gerçekleri hiçbir biçimde değiştirmedim, katkılarımla renklendirip zenginleştirmedim. Çünkü tarih, kusursuzluğa ulaştığı böylesine eşsiz anlarda, kendisine yardım için uzanan ellere gereksinim duymaz.
İnsanın yaşamında kimi anlar vardır ki değerlendirmesini bilenlerin yıldızı parlamış, değerlendirmesini bilemeyenlere ise hayat öyle bir ders vermiştir!"
Zweig'in müthiş edebi anlatım gücü ile naklettiği olaylardan biri, Dünya Tarihi'nde Orta Çağı bitirip Yeni Çağı başlatan İstanbul'un Fethi'dir. Bizimkiler başta, dünya tarihçileri, Zweig'ın İstanbul'un Fethi'nde baş rolü aslında hiç kullanılmadığı için açık unutulan bir kapının oynadığını anlatan yazısını hala tartışıyorlar..
Amacım, fetih değil, günümüzün konusu Ayasofya tartışmalarına girmek..
Bakın Zweig, o büyük usta Fatih'in İstanbul'a değil, asıl Ayasofya'ya girişinin, Avrupa'ya verdiği mesaj ve attığı tokatla dünya tarihini nasıl değiştirdiğini kitabında nasıl anlatıyor..
"Haç Devriliyor" ara başlığını taşıyan son bölümü aynen alıyorum.
*
Sultan Mehmet zaferin gerçekleştiği gün öğleden sonra fethetmiş olduğu kente girdiğinde büyük yağma sona ermek üzeredir.Görkemli atının üzerinde gururlu ve dimdik oturur, caddelerden geçerken vermiş olduğu sözü tutar, yağmalarına devam eden adamlarını rahatsız etmemek için ne sağına ne de soluna bakar. Atının üzerinde gururla ilerleyen Sultan'ın hedefi, Bizans'ın göz alıcı simgesi olan dev kilisedir.
Elli günden fazla çadırlarından Ayasofya'nın erişilmez gibi görünen, ışıldayan kubbesine özlemle bakmıştır. Şimdiyse zafer kazanmış biri olarak onun bronz kapısından içeri girecektir.
Fakat Mehmet bir kez daha kendini dizginlemesini bilir. Bu kiliseyi sonsuza dek Tanrısına adamadan önce hayır duası edecektir. Başı önünde atından iner, yere diz çöker ve dua eder. Sonra yerden bir avuç toprak alıp, kendisinin de ölümlü olduğunu anımsayıp, başının üzerine serper.
Kulluk borcunu ödedikten sonra ayağa kalkar ve Tanrısının bir kulu olarak, kutsal bilgeliğin mekanına Justinianus'un katedraline, Ayasofya Kilisesi'ne ilk adımlarını atar.
Sultan bu görkemli yapıyı, yüksek kubbelerini, ışıldayan mermerlerini ve mozaiklerini, loşluğun içinden ışığa uzanan kemerlerini kendinden geçmiş gibi süzer. O anda inancın bu yüce sarayının kendisine değil, Tanrısına ait olduğunu hisseder. Hemen getirttiği imam mihraba çıkar, padişah da Mekke'ye dönerek, bu Hıristiyan mabedinde dünyanın tek hakimi olan Tanrısına ilk namazını kılar. Ertesi gün çağırttığı ustalara eski inancın simgeleri olan her şeyi kaldırtır.
Mihraplar yıkılır, dinle ilgili bütün mozaikler boyayla örtülür. Ayasofya'nın en üst kubbesinden sallanan, bin yıldan fazladır dünyanın bütün acılarını kucaklamak ister gibi kollarını açmış olan haç da boğuk bir gürültüyle yere düşer.
Yerin mermerlerine düşüp devrilen taş haçın çıkardığı müthiş ses kilisenin içinde ve dışında uzun uzun yankılanır.
Haçın devrilmesi Batı dünyasını ürpertir. Korkutucu yankısı Roma'ya, Ceneviz'e, Venedik'e ulaşır, oradan da uyarıcı bir gök gürültüsü gibi ta Fransa'ya, Almanya'ya uzanır.
Avrupa, budalaca umursamazlığı sonucunda, yeni bir yıkıcı gücün açık unutulmuş o küçük kapıdan, Kerkoporta'dan içeri sızdığını ve yüzlerce yıl elini kolunu bağlayacağını, onu kötürüm edeceğini ürpertiyle kavrar.
Ancak, insan yaşamında olduğu gibi, tarihte de yitirilmiş bir an yakınıp dövünmeyle geri gelmiyor. Bir anda yitirilenleri bin yıl bile geri getirmiyor.
*
Zweig fethin değil, asıl Ayasofya'ya girişin ve orada namaz kılışın çağı değiştirdiğini söyler, açık seçik..Bir daha okuyalım mı?.
Haçın devrilmesi Batı dünyasını ürpertir.
Korkutucu yankısı Roma'ya, Ceneviz'e, Venedik'e ulaşır, oradan da uyarıcı bir gök gürültüsü gibi ta Fransa'ya, Almanya'ya uzanır.
Avrupa, budalaca umursamazlığı sonucunda, yeni bir yıkıcı gücün açık unutulmuş o küçük kapıdan, Kerkoporta'dan içeri sızdığını ve yüzlerce yıl elini kolunu bağlayacağını, onu kötürüm edeceğini ürpertiyle kavrar.
*
İstanbul'un Fethi değil aslında Ayasofya'da kılınan namazdır, Hıristiyan Avrupa'yı ve Batı Dünyası'nı gök gürültüsü gibi çarpan, elini kolunu bağlayan, kötürüm eden ve ürperten simge..*
Bugüne gelelim..
Avrupa Birliği, aslında bu fikrin öncüsü Avrupa Ortak Pazarı'nı (OECD) kuranlardan Türkiye'yi ısrarla ve inatla içine almıyor. Yıllardır oyalıyor. 20 yıl önce birlik merkezine, Belçika'ya gitmiş, dolaşmış, konuşmuş ve yazmıştım.
"Avrupa Birliği bir Hıristiyan kulübüdür. Müslüman ve güçlü Türkiye'yi istemez ve içine almaz. Boşuna kimse umutlanmasın."
Yaptıkları sadece bizi aralarına almamak mı?.
Kıbrıs'tan başlayıp, bugüne gelelim.. Başta Almanya ve Fransa hep bize karşı oldular. Bize karşı hep Güney Kıbrıs'ı ve Yunanistan'ı desteklediler. Doğu Akdeniz'i Yunan Denizi yapıp, orada tek başlarına petrol aramaya giriştiler.. Esad zulmünden kaçan milyonlarca Suriyeli'ye tavırlarını anlatmam gerekmez herhalde..
Hadi büyükleri geçtik, o onbinlerce çocuğun günahı sadece Müslüman olmaları değil mi?. Ya Bosna katliamı?.
Yarım yamalak palavra laflarla güya üzüntü.. Ama yürekten destek, sahiplenme nerde?.
Hıristiyan Dünyası'nın Türkiye'ye yaptığı son yıllarda giderek artan bunca baskısına boyun eğmeyeceğimizi göstermemiz gerekiyordu.
Hıristiyan Dünyası'na en büyük tokadı, Fatih Sultan Mehmed'in Ayasofya'da namaz kılarak attığını, bir Yahudi yazar Stefan Zweig yazmamış mıydı?.
O zaman simge Ayasofya olmalıydı.
Yapılan budur. Yani Ayasofya'nın müze vasfını da koruyarak, namaza açılmasının sebebi budur.
Yani Ayasofya siyasi bir karardır.
Her siyasi karar gibi bu da tartışılabilir.
Tartışılmalıdır ve tartışılıyor zaten.
Ama yanlış olan bu tartışmayı Mustafa Kemal Atatürk üzerinden yapmaktır.
İşin içine Atatürk'ü soktunuz mu, amacınızın tartışmayı başka zemine oturtmak, "Üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek" olduğu ortaya çıkar.
Şimdi objektif bakalım.. Ve de hukuksal..
Atatürk'ün Ayasofya'yı müze yapma kararnamesini imzalaması da, siyasal bir karardı. O günün Avrupası ve dünyasına karşı böyle bir jest yapılmasını uygun görmüştü ki, "Kararnameyi hazırlayın" dedi.
Dikkat buyurun. Kararname..
Yani konması da, kaldırılması en kolay devlet hükmü şekli. Bakanlar Kurulu hazırlar.
İmzalar. Cumhurbaşkanı onaylar ve yürürlüğe girer. Gene Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı onayı ile de istendiği an yürürlükten kaldırılır.
Atatürk'ün elinde her güçte "Karar alma" imkanları vardı.
Değiştirilmesi en güç Anayasa maddesi yapmak. Hatta onu, Anayasa'nın değiştirilmesi bile istenemeyecek maddeleri arasına koymak. Devrim Kanunları çıkarmak.
Kanun yapmak. Kararname yapmak.
Atatürk, o günlerin koşulları içinde gereken siyasal mesajı Batı dünyasına verebilmek için en kolay yapılan ve de en kolay bozulabilecek olan Kararname Yöntemini seçti. Sizce neden?.
Çünkü o günlerin koşullarında Ayasofya'yı müze yapmayı uygun bulmuştu.
Güncel koşullar için anayasa maddesi yapılmaz. Kararname yapılır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın dün "Gerek yok" demesi de siyasi bir karardı. Bugün "Cami olsun" demesi de..
Gelelim işin hukuksal yanına.
Kararname ile alınan bir kararın, kararname ile kaldırılması yasal ve hukukun ruhuna uygundur.
Danıştay'da açılan iptal davasının reddini isteyen Danıştay Savcısı bu açıdan haklıdır.
Ben, buna rağmen davayı görüşen ve karar ihdas eden Danıştay'ın hukuk ihlali yaptığını düşünüyorum.
O Danıştay kararına imza atan yargıçlardan biri, savcının talebine niçin uyulmadığı ve davanın niçin kabul edildiğini açıklarsa, çok mutlu olur, köşemde de yayınlarım.
***
Pazar Neşesi
Kilisenin bahçesinde annesiyle ayinin başlama saatini bekliyorlardı.. İlerden annesinin bir arkadaşı geldi ve küçük kıza takıldı..
"Hey şeker şey!. Sen kimsin bakiyim?."
"Ben John Hudson'ın kızıyım" dedi, ufaklık.. Annesi düzeltti.
"Hayır..
Cevabın yanlış..
Sorulduğunda 'Ben Jane Hudson'ım' diyeceksin.."
Biraz sonra rahip göründü avluda.. "Ooo!.." dedi ufaklığa, "Sen John Hudson'ın kızı değil misin?."
Kız kafasını iki yana salladı..
"Ben de öyle sanıyordum ama annem dedi ki, değilmişim!."
Latin Sözleri
"Nemo doctus unquam, mutationem consilii inconstantiam dixit esse."
"Hiçbir bilge, karar değişikliğine döneklik demez!
Cicero
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- En güzel manzara... İnsan!.. (23.11.2022)
- Türk ve Norveç Halk Müziği’nde ortak noktalar!.. (24.04.2022)
- Bugün için yazmak içimden gelmedi, inanın!.. (23.04.2022)
- Domenec Torrent, hoca moca değil!.. (22.04.2022)
- Pitbull dehşeti ve verilen komik ceza!.. (21.04.2022)
- Bravo Yıldız!.. Bravo Mevlüt!.. Önce ‘İnsan’, önce ‘Çocuklar’ çünkü... (20.04.2022)
- Ne mutlu bana Erol, sana değil, bana! (19.04.2022)
- Muhteşem Çeşme Projesi ve istemezükçüler!.. (17.04.2022)
- Bir muhteşem okul... Bir muhteşem sergi... (16.04.2022)
- “Türkiye’nin ne güzel yolları var” turu!.. (15.04.2022)