Kate Chopin’den.. “Bir Saatlik Öykü”
Eserlerinde genelde kadının hayatta kalma ve toplumda kendisine yer bulma çabalarını anlatır.
Bu pazar öykümüz, Kate Chopin'den.
*
Bayan Mallard'ın kalp rahatsızlığından muzdarip olduğu bilindiği için, kocasının ölüm haberi verilirken olabildiğince dikkat ve hassas davranılması gerekiyordu. Ona haberi yarım yamalak, imalı cümlelerle veren kız kardeşi Josephine'di. Kocasının arkadaşı Richard da haber verilirken yanındaydı.
Richard, içinde Brently Mallard'ın da adının olduğu "kayıp" listesi ile demiryolundaki facia haberi geldiğinde gazetenin ofisindeydi.
İkinci bir telgrafı bekleyerek olayın gerçekliğine emin olmak istedi. Ayrıca bu üzücü haberi daha dikkatsiz, daha az merhametli bir arkadaşının iletmesini önlemek için de acele etmişti.
Bayan Mallard, birçok kadının aynı hikayeyi duyduğunda olduğu gibi gerçeği kabullenmek konusunda bir inkar haline girmedi. Hemen ağlamaya başladı, kız kardeşinin kollarında sarsıla sarsıla ağlıyordu.
Yaşadığı keder fırtınası durduğunda yalnız başına odasına çıktı.
Peşinden gelen kimse yoktu.
Odasında, açık cama dönük, rahat ve geniş bir koltuk vardı.
Vücudunu esir alan ve ruhuna ulaşmış gibi görünen bir bitkinlikle koltuğa gömüldü.
Evinin önündeki açıklıkta, yeni gelen baharla tazelenen bütün ağaçların tepelerini görebiliyordu.
Yağmurun enfes nefesi havadaydı.
Aşağıdaki sokaktan bir seyyar satıcının eşyalarını satmak için bağırışları geliyordu.
Uzaklarda birinin söylediği şarkının notalarını işitiyordu ve sayısız serçe saçaklarda cıvıldıyordu.
Pencerenin karşısında, batıda biri diğerinin üzerine yığılmış gibi görünen bulut kümesinin arasından parça parça mavi gökyüzü görünüyordu.
Başını geriye, koltuğun minderine yaslamış hareketsizce duruyordu.
Sadece, sanki uykuya geçerken ağlayan bir bebeğin hıçkırıklarla sarsılması gibi arada bir gelen hıçkırıklarla zaman zaman sallanıyordu.
Gençti, maruz kaldığı baskıları ve üzerindeki büyük gücü gösteren kırışıklıklarıyla birlikte sakin ve dingin bir yüzü vardı. Ama şimdi, mavi gökyüzü parçalarından birine sabitlenmiş olan gözlerinde donuk bir bakış vardı. Bu bakış bir düşüncenin yansımasından daha ziyade askıya alınmış akıllıca bir fikrin hatırlanışı gibiydi.
Ona doğru gelen bir şey vardı ve korkulu bir şekilde onu bekliyordu.
Neydi bu? Bilmiyordu, çok ince ve hassas bir şeydi ama adlandıramıyordu.
Gökyüzünden sızarak, seslere, kokulara ve havayı dolduran renklere doğru uzandığını hissediyordu.
Şimdi göğsü kabarıyor sonra şiddetle yeniden iniyordu.
Yaklaşmakta olan bu şeyin ona sahip olmak için geldiğini anlamaya başlamıştı ve onu beyaz narin elleri gibi güçsüz olan iradesiyle yenmeye çalışıyordu. Kendini kaybettiğini sandığı o anda bir kelime aralık dudaklarından fısıltı halinde çıktı. Tek nefeste tekrar tekrar söyledi:
"Özgürüm, özgürüm, özgürüm!" Gözlerinden önce boş bir bakış ardından da dehşet dolu bir ifade geçti. Gözleri artık daha keskin ve parlaktı. Nabzı hızlandı ve kan akışı vücudunun her santimini ısıtıp onu rahatlattı.
Ona hakim olan sevincin canavarca olup olmadığını sorgulamayı kesmedi. Açık ve coşkun bir algı, bu sorgulamanın önemsiz olduğunu hissettirdi.
Ölümle birlikte birbiri üzerine konulmuş o narin elleri gördüğünde tekrar ağlayacağını biliyordu.
Ona asla aşkla bakmamış, sabit, kül rengi, o ölü yüz... Ama bu acı anın ötesinde, kesinlikle sadece kendisine ait olacak uzun bir ömür görünüyordu önünde. Ve sonunda kollarını gelecek yıllarına açıp onları kucaklıyordu.
Gelecek yıllarında kendini adayacağı kimse yoktu artık; yalnızca kendisi için yaşayacaktı.
Erkek ve kadınların birbirleri üzerinde irade sahibi olduklarına inandıkları bu kör ısrarı tanıdığı için, artık karşısında eğileceği bir irade olmayacaktı.
O kısa aydınlanma anı, ortadaki niyet insancıl veya zalimce olsun, düşündüğü şeyi daha az bir suç haline getirmediğini gördü.
Yine de bazı zamanlarda onu sevmişti. Ama çoğunlukla sevmemişti.
Artık ne fark ederdi! Aşkın ve çözülemeyen bu gizemin aniden, kendi kendine var olmanın, en güçlü dürtü olduğunu kabul ettiği, kendi kendini savunabileceğine inandığı bu anın karşısında ne değeri vardı ki?
"Özgürüm! Hem ruhum hem bedenimle, özgürüm!" diye fısıldamaya devam etti.
Josephine, kapalı kapının önünde diz çöküp, anahtar deliğinden onu içeri alması için yalvardı.
"Louise, kapıyı aç! Sana yalvarıyorum kapıyı aç, kendine zarar vereceksin.
Orada ne yapıyorsun Louise?
Allah aşkına aç şu kapıyı." "Git buradan. Kendime zarar verdiğim falan yok." Hayır; aksine o, açık pencereden hayatın iksirini içiyordu.
Hayalleri, önündeki günler için isyana kalkmış koşturuyordu. Bahar günleri, yaz günleri ve artık sahip olduğu her çeşit gün. Hayatının uzun olması için hızlı bir dua mırıldandı.
Oysa ki yalnızca bir gün önce hayatının uzun olabileceğini düşünüp korkuyla ürpermişti.
Kız kardeşinin uzun süren ısrarına dayanamayıp kapıyı açtı. Gözlerinde hararetli bir galibiyet ifadesiyle adeta bir zafer tanrıçası gibi kasılarak yürüdü. Kız kardeşinin beline sarılıp, birlikte merdivenleri indiler. Richard aşağıda onları bekliyordu.
O anda biri ön kapıyı anahtarla açıyordu. İçeri giren üstü başı seyahatten dolayı biraz tozlanmış, bavulu ve şemsiyesiyle Brently Mallard'dan başkası değildi. Kaza yerinden çok uzaktaydı ve hatta bir kaza olduğundan bile habersizdi. Baldızı Josephine'in acı çığlığına ve arkadaşı Richard'ın hızlı bir hareketle onu karısı Bayan Mallard'dan saklama çabasına çok şaşırdı.
Doktor geldiğinde, Bayan Mallard'ın kalp krizinden öldüğünü söylediler..
Öldüren bir mutluluktan!
***
Oynat parmağında Nusret!..
Bir tutam tuzla dünyayı parmağında oynatan Nusret, geçen hafta Türkiye'yi salladı..
Efendim, durmadan dünyanın bize düşmanlık için nasıl işbirliği yaptığını yazan kalemler, Türkün en büyük düşmanının gene Türkler olduğunu neden görmez, yazmazlar..
Sıradan, hem de nasıl sıradan bir Türk çocuğu, bir kasap çırağı, bugün dünyanın en ünlü "et" şefi.. "Dünyanın en ünlüsü" diyorum, sıkı durun..
Cüneyt'in, "Günaydın Cüneyt Usta"nın çırağıydı. Bir röportajında okudum. "Her şeyimi Cüneyt Ustama borçluyum. O olmasa yoktum" diyecek kadar mütevazı bir dünya ünlüsü, Nusret..
Suçu da bu. Dünyaca ünlü olmak.. En büyük saldırılar Türkiye'den geliyor..
Kıskanan saldırıyor..
Ünlüye saldırınca, sosyal medyada gündem olacağını bilen saldırıyor.
Allahın belası tıkları almak isteyen saldırıyor.
Bu ülkede Nusret hakkında kaç olumlu yazı okudunuz?. Ya da hiç okudunuz mu?.
Adama, el değmeden süt elde etmek için kurulan modern bir tesiste, mandaların ortasında resim çektirdi diye söylemedik laf bırakmadılar. Alenen, resmen söverek saldırdılar..
Yaşa Nusret!.
O resim sayesinde, kimleri teşhir ettin bilemezsin..
Şöhretini kıskananlar..
Şöhretine saldırıp söhret olmaya kalkanlar.. Sözüm ona hayvan hakları koruyucusu geçinen, her gün sütünü içtiği hayvanla resim çektirmeyi hayvana hakaret, hayvan haklarını ayaklar altına alma ilan eden "İnsan(!)" lar..
Aslında senin için iyi oldu. Karantina'dan beri adın pek geçmiyordu. Reklamın kötüsü olmaz.. Tüm gazeteler seninle doldu yeniden.
Hepsine teşekkür et!. Hatta topla hepsini etrafına resim çektir onlarla..
Bakalım bu defa da "İnsan Haklarına saldırı" diyecekler mi?.
***
Pazar Neşesi
Anneler Günü, Babalar Günü, Öğretmenler Günü.. Daha ne günler var. İçlerinde en yenisi "Çocuğunu İş Yerine Götür" günü.. Bu gün dört yıl önce başladı. Şimdilik sadece Amerika'da.. Keşke yayılsa da, bize de gelse.. Nasıl bir sosyalleşme olurdu, başları cep telefonları ve ipadlerden kalkmayan çocuklar için..
Neyse.. Gün her nisan ayının dördüncü perşembesi kutlanıyor.. Tabii bu yıl, karantina ve covid felaketleri yüzünden kutlanamadı ama şakaları bize kadar geldi.
Size bir tane seçtim..
Patronun küçük oğlu, o perşembe babasının iş yerine gideceği için çok sevinçli ve heyecanlıydı. Adeta gün sayıyor, perşembeyi iple çekiyordu.
Perşembe sabahı, annesi onu güzelce hazırladı. Giydirdi. Babasının arabasına bindiler. İş yerine geldiler..
Babası onu oda oda dolaştırıyordu ki, çocuk salya sümük ağlamaya başladı.. Babası şaşırdı..
"Ne oldu oğlum, ne var şimdi ağlayacak" diye sordu..
Çocuk hıçkırıklar arasında cevap verdi..
"Hani nerde, her gün anlattığın iş yerini dolduran bir yığın palyaço?.."
Latin Sözleri
"Her karanlık, kendisini sonlandıran şafağın tohumlarını içinde taşır."
Dante Alighieri
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- En güzel manzara... İnsan!.. (23.11.2022)
- Türk ve Norveç Halk Müziği’nde ortak noktalar!.. (24.04.2022)
- Bugün için yazmak içimden gelmedi, inanın!.. (23.04.2022)
- Domenec Torrent, hoca moca değil!.. (22.04.2022)
- Pitbull dehşeti ve verilen komik ceza!.. (21.04.2022)
- Bravo Yıldız!.. Bravo Mevlüt!.. Önce ‘İnsan’, önce ‘Çocuklar’ çünkü... (20.04.2022)
- Ne mutlu bana Erol, sana değil, bana! (19.04.2022)
- Muhteşem Çeşme Projesi ve istemezükçüler!.. (17.04.2022)
- Bir muhteşem okul... Bir muhteşem sergi... (16.04.2022)
- “Türkiye’nin ne güzel yolları var” turu!.. (15.04.2022)