HINCAL ULUÇ

Harika.. Harika.. Harika.. Harika!..

Harika bir gece yaşadım, son koltuğuna kadar dolu UNIQ Hall'de..
Çünkü Peter Shaffer'in harika oyunu Amedeus vardı.
Çünkü Işıl Kasapoğlu, Shaffer'in harika oyununu, harika yorumlamıştı.
Çünkü, Kasapoğlu'nun harika yorumladığı harika Shaffer oyununu, başta Selçuk Yöntem ve Okan Bayülgen herkes harika oynuyordu.
Şimdi söyler misiniz, hele benim gibi bir tiyatro sevdalısı için böyle bir gece "Harika" olmaz da, ne olur.
"Tiyatrosever olmasanız da gidin.. Görün ve tiyatroyu sevmeye başlayın" demiyeceğim. Çünkü gidiyorsunuz zaten. Dolu oynuyor.. Performans sanatlarında, "Fısıltı" gazetesi en hızla yayılan reklam ortamıdır.
İyi bir şey, o kadar çabuk duyulur ki, şaşarsınız..
Amadeus'u ilk, 1983-84 sezonunda İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda izledim. Tiyatromuzun en önde gelen yönetmenlerinden Yücel Erten sahneye koyuyordu.
Oyun beni büyülemişti.. Dört defa seyrettim.. Ardından film yaptı. Hollywood.. O geldi Türkiye'ye.. Onu da iki defa seyrettim..
Başarıya ulaşmak için Şeytan'la anlaşan Goethe'nin Faust'una karşılık, Shaffer'in Salieri'si, kendisi gibi harika bir insan dururken, dehayı, Mozart gibi bir serseri sokak çocuğuna veren Tanrı'ya kızmış ve ona savaş açmıştı..
Faust hayali bir roman kahramanıydı.. Salieri ve Mozart ise yaşamış insanlar.. Shaffer konusunu tarihsel gerçeklere ve kaynaklara dayanarak oluşturmuştu.
Tarihçiler, büyük müzik ustalığı sayesinde, Avusturya/ Macaristan İmparatorluk Saray Besteciliğine kadar yükselmiş Salieri'nin, kelimenin tam anlamı ile uçkuruna fevkalade düşkün bir sokak çocuğu Mozart'ı fena halde kıskandığını, kendisi dururken, bu rezil herifi kutsadığı için Tanrı'ya savaş açtığını, kıskançlığı dayanılmaz boyutlara ulaşınca da hatta Mozart'I zehirlediğini anlatırlar..
Zamanının en büyük dehalarına, Liszt, Shubert, Beethoven, Hummel, Gluck ve Mozart'a hocalık etmiş, yaşadığı devirde, Mozart'tan çok daha fazla sevgi ve saygı görmüş bir ustadır Salieri aslında.. O zaman niçin kıskanır, o sefil sokak çocuğunu?.
Çünkü, Salieri, eline aldığı Mozart notalarının daha ilk sayfasına bakarken, dünya durdukça yaşayacak bir müzik eseriyle karşı karşıya olduğunu anlayacak kadar büyük bir ustadır.. O sıralar çok popüler olan kendi eserlerinin ise, kısa zaman sonra unutulacak kadar sıradanlığını bilecek kadar..
"Bu sefil Mozart tarih boyunca yaşayacak" der.. "O zaman ben de yaşamalıyım.."
Ne var ki, Tanrı, Mozart adlı sokak çocuğunu kutsadığı için -Amadeus, latince "Tanrının Kutsadığı" anlamına gelir ve Mozart'a o lakap, babası Leopold tarafından takılmıştır, Salieri de, Mozart hatırlandıkça, onunla birlikte hatırlanmasını sağlayacak planını yapar.
Shaffer müthiş yazmış, oyunu.. Nüvit Özdoğru usta harika çevirmiş, Yücel Erten'in yorumunda, Can Gürzap olağanüstü bir Salieri yaratırken, Mozart da, ışıklar içinde yatsın genç yaşta kaybettiğimiz Alev Sezer de unutulmaz bir kompozisyon çizmişti. Oyunun üçüncü harikası da hala unutmam.. Mozart'ın karısını oynayan Şermin Hürmeriç'ti.. Nasıl hayran olmuştum ona da..
Kafamda o oyun.. O dev kadro.. O arkasına devleti alan büyük dekor ve kostüm masraflı Amadeus varken, İstanbul'da bir özel tiyatronun hem de, filmi 8 dalda Oscar adayı olan ve hepsini kazanan bu oyunu temsile cesaret etmesi bile büyük bir olaydı benim için..
Çolpan İlhan/ Sadri Alışık Tiyatrosu'nu yaratan ve harikalarla yaşatan Kerem Alışık bana "Hıncal ağbi, Amadeus'u düşünüyoruz" diye gelse, "Aklını mı kaçırdın" derdim, inanın..
Ama o tiyatro, "Guguk Kuşu"nu oynamış, başarmıştı. Frankenstein'i oynamış, başarmıştı. Hele hele Esaretin Bedeli'ni oynamış, hem de nasıl başarmıştı.
"Kerem inanmasa yapmazdı" diyordum giderken, ama içimde gene büyük bir heyecan vardı.. Endişe demeye dilim varmıyor..
Heyecanlıydım işte..
Sonra perde açıldı.. Harika bir dekor ve harika kostümler içinde insanlar.. Arka planda tüller arkasında bir canlı müzik çalan oda orkestrası.. O orkestranın tavanı, oyun içinde durmadan değişen mekanlar haline gelen adeta üçüncü sahne..
Yücel Erten muhteşem bir yorum yapmış.. Mozart'ın en ünlü yapıtlarından bölümler oyun içine yerleştirilmiş.. Orkestra çalıyor, sopranolar, baritonlar, korolar seslendiriyor. O zaman iyice taşınıyorsunuz o günlerin Viyana'sına..
..ve.. ve.. Selçuk Yöntem!. Tanrım o nasıl bir Salieri'dir.. Nasıl bir Salieri yaratmaktır..
Sanki Amadeus değil, Agatha Christie izliyorum. Orada, hafiye sonunda, adım adım cinayeti anlatır ya..
Bu defa cinayeti adım adım anlatan katilin kendisi.. Selçuk nasıl oynadı o Salieri'yi anlatmaya gücüm yetmez.. Hele birinci perdenin sonundaki tiradı.. Akıllara seza..
Oyun bitti.. Kulise gittim. Selçuk odasında.. Giyinmiş, günlük kılığıyla oturuyor. Ben karşımda hala Salieri'yi görüyorum.. Söyledim de ona.. "Selçuk musun, Salieri mi" dedim.. Bu nasıl bir yorumdur..
Bu nasıl, hemen tüm oyunlarını gördüğüm, Selçuk'a has bir Salieri yorumudur.
Mozart rolünde Okan Bayülgen, bir şey diyeyim mi, performans sanatları hayatının- radyocu, televizyoncu, sunucu, oyuncu, stand upçı, yani her şeyci o müthiş yetenek, zirvesindeydi.. Performans sanatları hayatının zirvesinde..
Öyle bir Mozart çiziyordu ki, Salieri'ye hak veriyor, o dururken, müzik dehası olma yeteneğinin Mozart'a verilmesine kızıyordunuz hatta..
Okan anlattı, sonra.. O ünlü 1984 oyununda o da varmış iyi mi?. Konservatuar son sınıf öğrencisiymiş.. Oynamış o da minik bir rolde.. 84'ten 2020'ye.. 36 sene sonra, figüranlıktan baş role..
Müthiş yönetmen Işıl Kasapoğlu, oyunu kafasından bambaşka yorumlamış önce.. Önce neşeli bir komedi havasında başlatıp, giderek ağırlaşan bir hava vermiş.. Mozart'ın müziklerini öyle yerinde canlı vermiş ki, oyun sizi sımsıkı sarıyor.. İyice o yılların Viyana'sının havasına iyice giriyorsunuz.
Kasapoğlu, Salieri ve Mozart yorumlarını önce kafasında yapmış, sonra da "Bunları kim oynar" diye düşünüp "Selçuk'la Okan'dan başkası olmaz" demiş sanki..
Bu kadar cuk oturmuş yani, Kasapoğlu yorumuna Selçuk ve Okan.. O kadar cuk oturmuş ki, "Başkaları olsa, olmazdı" dedim, ben de..
Sadece onlar değil.. Hepsini yazmak isterim ama, yazı telefon rehberine döner.. Her rolü özenle seçmiş, her oyuncuyla özenle uğraşmış Kasapoğlu.. Hepsi harika kadronun hepsi.. Herbiri..
Kuliste, Mozart'ın karısı Constance'ı harika oynayan Özlem Öçalmaz'ı kutladıktan sonra, Okan'a da nasıl koşup sarıldım..
"Ağbi uzak dur, hafif gribal durumum var" dediği halde..
"Senden bana geçecek her şeye razıyım" dedim.. Onca yetenekten bir damlası bulaşmayacak da, grip mikrobu geçecek, Okan'dan bana öyle mi?.
Ne güzel bilir misiniz, bu iki müthiş adamla dost olmak.. Bu müthiş Salieri ve Mozart'a sımsıkı sarılmak..
Ne talihli bir adamım ben..
Teşekkürler Tanrım.
"Bana dostlarını söyle kim olduğunu söyleyeyim" der eskiler.. İşte benim dostlarım.. Bu Selçuk.. Bu Okan!..
O zaman ben de Amadeus, ben de Tanrı'nın Kutsadığı Adam değil miyim, bir yerde?.
(Selçuk bak, kıskanmak yok ha!. Neme lazım.. İçinde hala birazcık da olsa Salieri vardır, ne olur, ne olmaz?.)

***


Aklına İstanbul'u koyan futbolcudan..
90'lı yıllarda unutamadığım bir Gaziantep gezisi yapmıştım. Şehrin her köşesine imza atan ender Belediye Başkanları'ndandı Celal Doğan dost.. Ağırlamış ve gezdirmişti beni.. Dönüşte uzun uzun yazmıştım, çocukken bıraktığım Antep'le şimdi Güneydoğu'nun Paris'i olan kentin farkını..
En uzun anlattığım da, Celal Başkan'ın Antep'te kurduğu futbol alt yapısıydı. Üç kulüp vardı Antep'te.. Biri birinci, biri ikinci, biri üçüncü ligde..
"Bunlar Antep'in futbol yapısı" demişti. Her ligde üstü besleyecek bir takımımız var. Gaziantepspor'un geleceği, kendi alt yapısı ile garantide.."
Sonra yarım günümüzü ayırdık, bu üç ligdeki üç takımın tesislerini gezmek için..
İnanın İstanbul'un büyük kulüplerinde olmayan tesislerdi onlar.. A'dan Z'ye müthiş üç ayrı tesis..
Gaziantep çok çok iyi futbolcular yetiştirmeye başladı o hazineden.. Ama adı duyulan gidiyordu.. Kapıyordu İstanbul anında..
2000'li yılların başıydı. Gaziantep'in en müthiş futbolcusu, 7 yıldır kulübün alt yapısından başlayarak A takımına gelen milli İbrahim Toraman için Üç Büyükler kapışması başladı.. Celal Başkan'dan gene ses çıkmıyordu.
Bir gün Nişantaşı'nda rastladım ona. Sarıldık. Kucaklaştık.. O vatandaş kaldırımda rahat yürüsün(!) diye, Şişli Belediyesi'nin harika(!) başkanının yıktırdığı bulvar kafelerinden birinde oturduk..
Lafı hemen Toraman'a getirdim..
"Başkan" dedim.. "Hiç abartmıyorum. Antep'te ben, Milan'ın, Liverpool'unkilere denk, hatta fazlası üç tesis gördüm. Antep'i bir futbolcu fabrikası yapacak tesisler.. Yapıyor da.. Ama sen durmadan satıyorsun. Niye elinde tutup, şampiyonluğa yarışan, hatta olan bir Antep peşinde değilsin?."
"Bak Hıncal" dedi bana, hiç unutmam.. "Aklına İstanbul'u koyan adamdan artık sana hayır gelmez. Para ederken satacaksın.. Hiç değilse kulübe gelir sağlayacaksın.. Satmazsan, kerhen oynar, dökülür. Bir daha para da etmez.."
Nerdeyse 20 yıl sonra bu konuşmayı, tesadüfe bakın, bir Gaziantep maçı izlerken hatırladım, kelimesi kelimesine..
İlk yarıyı müthiş futbol, müthiş maçlar, müthiş sonuçlarla lider bitirmiş Sivas, ara transferin gözdesiydi. Bu müthiş takımın milli takıma verdiği üç müthiş adam, Hakan Mert, Hakan ve Emre Kılınç'a üç büyükler talip olmuştu. Üçünde de yerleri hazırdı.
Ama Sivas Başkanı "Vermem" dedi.. Vermedi ve ikinci yarı başladı..
İlk hafta Sivas İstanbul'da Beşiktaş'la oynadı ve Abdullah Avcı'nın altın tepside ikram ettiği 3 puanı güç bela aldı..
İkinci hafta kendi sahalarında, kendi coşkulu seyircileri önünde Rize'den nerdeyse 4 yiyecekken, uzatma dakikalarının son saniyesinde buldukları golle berabere kalabildiler.. Üçüncü haftada, pazar günü, Gaziantep önünde tarihi bir hezimete uğradılar. Hem futbol hem skor olarak perişan oldular. Ezildiler, dağıldılar ve "5" yediler..
Üç maçı da izledim.. İstanbul'un istediği, ama Sivas Başkanı'nın satmadığı Mert Hakan (Kazanılan maçta cezalıydı, yoktu.), Hakan ve Emre izlediğim en kötü futbollarını oynadılar.
Takım oyununu unutmuş gibiydiler. Üçü de egoisttiler. Ama kötü egoisttiler. Dökülen egoistler..
Hayır.. "Sivas'ı sattılar" demiyorum. Öyle bir pislik, çirkinlik yok.. Ama belli kafalarında artık Sivas yok.. O zaman, hayır yok, işte.
Celal Doğan haklı..
Sevgili Kemal Belgin'in Sivas zirvelerde gezerken koyduğu bir teşhis vardı, 90a programımızda.. "Rıza Hoca, 17, 18 hafta iyi gider, 19, 20'lerden itibaren düşmeye başlar" demişti.. Aynen öyle oldu..
Aslında, üniversitelerin spor bölümleri için harika bir araştırma konusu, mesela master tezi olur bu..
Acaba, Rıza Hoca, gerçekten iyi başlıyor da sonunu getiremiyor mu?. Getiremiyorsa neden?.
Ya da Celal Doğan Başkan'ın dediği gibi, aklına İstanbul düşenlerden, Anadolu'ya artık hayır gelmiyor mu?.
Son bir not.. O da benim aklıma düştü..
Abdullah Avcı iflas ederken, Beşiktaş'ta Sergen Yalçın sesleri yükseldi.. Harika Sivas'ın Hocası, Beşiktaş'ın Atom Karıncası Rıza Çalımbay'ın değil, Sergen'in..
Rıza Hoca, 5 yerken, Beşiktaş'ın başında Sergen vardı.
"Acaba" diyorum, "Rıza hocanın da aklına İstanbul, aklına Beşiktaş mı düşmüştü de, olmayınca yıkılmıştı?.

***


TEBESSÜM
Eve her gelişimde, köpeğim ağzında ayni oyuncakla bana koşuyor.. Hala çözemedim.
Bu onun en sevdiği oyuncak mı?. Yoksa benim en sevdiğim oyuncağın o olduğunu mu düşünüyor?.
SEVDİĞİM LAFLAR
Şimdiki boşvermişliğim, bir zaman çok önemsemişliğimin sonucudur...! Charles Bukowski

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.