Keşke Malezya’ya benzeseydik!.
Siz de okuyun, siz de şaşın diye, köşeme aldım.
Şimdi diyorum ki: "Keşke Malezya gibi olabilsek!"
Dünyanın bir çok ülkesini gezmiş olan ben Malezya'yı görmemiş, önceliği başka ülkelere vermiştim. Bu yılki uzak doğu tatil programımıza Malezya'yı da aldık, üstelik çok görmek istediğim Borneo Adası'nı da dahil ederek.
Borneo Adası kuzeyinde Malezya ve Brunei Sultanlığı, güneyinde ise Endonezya topraklarından oluşur. Bu seyahatimizde sadece kuzey bölümünü gezdik
Borneo Adası'nda ilk durağımız Savarak eyaletinin başkenti Kuching. Yaklaşık 32 milyon nüfuslu Malezya, eyaletler sistemiyle yönetiliyor.
Toplam 16 eyalet var.
Aslında Malezya bir krallıkla yönetiliyor gibi düşünülse de, ülkede çok partili, laik demokratik parlamenter bir sistem hakim. Kral sadece ülkeyi temsil ediyor.
Kuching, büyük bir kent havası vermiyor ancak oldukça sevimli ve insanları son derece güler yüzlü.
Alandan arabaya bindik.. Bir süre sonra kafamı kurcalayan bir şey var, ne olduğunu çıkaramıyorum, bir şey eksik.
İlk sabahımızda arabayla yarım saatlik mesafedeki bir balıkçı köyüne geçiyoruz. Trafik çok düzgün, gittiğimiz köy de dahil, herkes trafik kurallarına harfiyen uyuyor.
Köyden tekneye bineceğiz ünlü Bako Ulusal Parkı'nı görmek için. Bako'yu bu kadar ünlü yapan, orada yaşayan çeşitli maymun türleri, özelikle uzun burunlu maymunlar. Harika bir deneyim, harika korunmuş ormanlar, doğal ortamlarında yaşayan bir sürü hayvan. Ertesi gün orangutan rehabilitasyon merkezini ziyaretten sonra, ikinci durağımız olan Brunei Sultanlığı'na geçiyoruz. Singapur'dan sonra dünyanın en zengin ikinci ülkesi Brunei.
Otelimiz inanılmaz güzel.. Tesadüfen Malezya ve Brunei krallarının ortak yemeğine denk gelip, ikisini de görme fırsatı buluyoruz.
Brunei petrol yataklarıyla ünlü, bağımsızlığını İngiltere'den çok geç kazanmış bir ülke, halkının yüzde 99'u Müslüman. İnsanlar son derece mutlu, Ülkede işsizlik sıfır. Sağlık gibi temel hizmetler bedava, gelir vergisi ödemiyorlar. Halkın çoğunluğu memur olarak çalışıyor. Diğer işler için yurt dışından misafir isçiler getirtiliyor.
Her şey tıkır tıkır işliyor. Bu ülkeye gelip ünlü Ömer Ali Seyfettin Camisi'ni görmemek olmaz. Gece gerçekten çok ihtişamlı duruyor.
Ertesi sabah ülkeyi terk etmeden önce, dünyanın en büyük su üstündeki balıkçı köyünü geziyoruz. Su üstünde bir şehir. Okulları, karakolları, marketleri, camileri, hatta hapishaneleri su üstünde, inanılmaz bir deneyim bizim için. Havaalanına giderken kafamı kurcalayan şey, yine aklıma takılıyor.. Ne eksik yahu?..
Başkent Bandar Seri Begawan'in küçük ama sevimli ve son derece düzenli havaalanından bir sonraki durağımıza geçiyoruz, Malezya'nın Sabah eyaletinin başkenti Kota Kinabalu'ya, yani adanın kuzey doğusuna.
Kafamı kurcalayan şey yine sinyal veriyor, bir şey eksik, ama ne? Buradan hemen tekneyle, üzerinde sadece iki otel bulunan Gaya Adası'na geçiyoruz, dinlenmeyi hak ettik.
Tam beş gece harika deniz ve kumun tadını çıkardıktan sonra Malezya'daki son durağımız, başkente uçuyoruz.
Uluslararası havalimanı şehrin oldukça dışında, yoğun ama düzenli bir trafik dikkatimi çekiyor.
Trafik kurallarına uymayan tek bir araca rastlamıyorum bir saatlik yolculuğumuz boyunca, ne bir hatalı sollama, ne de emniyet şeridinin işgali. Aklıma senin İstanbul'da yıllardır -bencetek başına verdiğin trafik mücadelesi geliyor.
Şehir merkezine geldiğimizde muhteşem gökdelenler hemen dikkat çekiyor, ancak şehrin genel yapısıyla öyle uyumlu ki, hiç bir rahatsızlık vermiyor insana. Otoyoldan çıktıktan sonra sağa dönecek iki şeritten birindeyiz, kimse en soldan gelip sağa dönmeye, araya magandavari bir şekilde girmeye, iki şeritte uygarca bekleyen diğer araçlardaki insanları enayi yerine koymaya yeltenmiyor. Yine aklıma sen geliyorsun ve gülümsüyorum.
Otele geliyoruz, o kafamda beni rahatsız eden, daha doğrusu eksikliğini hissettiğim şey yine kendini belli ediyor. Ne eksik?. Ne eksik bu ülkede?
Ertesi gün sabahtan akşama kadar şehri geziyoruz rehberimiz eşliğinde.
Bu kadar modern bir kentte tarih çok iyi korunmuş. Şehrin tarihi dokusuna ufak dokunuşlar yapılmış belki ama, sadece koruma amaçlı.
Tarihi yapıların, tarihi dokuların, eskinin korunması konusunda benim için İtalya rakipsizdir. İtalya'nın her köşesini ezbere bilirim ve bu güzel ülkeyle bu konuda dünyada hiç bir ülke yarışamaz diye de iddia ederim.
Fakat Kuala Lumpur da hiç fena değil. Tarihi camiler ki bunların başında 1907'de inşa edilmiş olan Jamek Camisi'ni sayabiliriz. Sinagoglar, tapınaklar, kiliseler, bazıları üstelik birbirlerine çok yakın.
Nüfusunun yüzde 60'ının Müslüman olduğu bu laik ülkede, herkes birbirine saygılı, ister din olsun, ister örf adet olsun, ister kılık kıyafet olsun, inanılmaz bir uyum ve hoşgörü söz konusu.
Kimse kimsenin yaşam tarzını eleştirmiyor, şehrin merkezinde de, en ücra köşesinde de muhteşem bir armoni hakim.
İsteyen istediği kültürü yaşıyor, şimdiye kadar çok az ülkede gördüğüm bir hoşgörü bu.
İnanılması güç bir şey daha söyleyeyim: Şehrin göbeğinde oldukça büyük bir YAĞMUR ORMANI var, evet yanlış anlamadın yağmur ormanı. Arazisi o kadar değerli ki, oraya onlarca gökdelen yapılabilir aslında..
Ama bunun hayali bile yok insanların kafasında, şehrin akciğerlerine dokunmaya kimse cesaret edemiyor.
Ayrılma vakti geldiğinde, şehre gülümseyerek bakıyorum ünlü ikiz kulelerin, Petronas kulelerinin tepesinden.
Aracımıza binip alana doğru giderken, bir KORNA sesi duyuyorum. İşte o anda kafamdaki soru işaretinin cevabını buluyorum.
Bu ülkede eksik olan korna sesi.
Hemen rehberimize soruyorum: "Malezya'ya adım attığımdan beri, burada olsun, Borneo'da olsun hiç korna sesi duymadım, cezası herhalde çok çok yüksek olmalı?"
"Hayır" diyor rehber, "Ülkemizde korna çalmak kanunen yasak değildir!"
"Nasıl" diyorum, "Peki neden bu araç sürücüleri neredeyse hiç kornaya basmıyor?"
Cevabını unutmam mümkün değil..
"Bu ülkede insanlar birbirlerine son derece saygılıdırlar ve zorunlu haller dışında asla korna çalmazlar."
Kuala Lumpur Uluslararasi Havalimanın'ndan uçağımız yedi saatlik uçus süresi için havalanırken, "Keşke" diyorum, "KEŞKE MALEZYA GİBİ OLABİLSEK!."
Doktor yazısını şöyle bitiriyor.
"Bu seyahatimizin son durağı Japonya.
Japonya'dan da mı bahsedeyim?
Bence boş ver, Japonya'dan hiç ama hiç bahsetmeyeyim, çünkü..
..çünkü Japonya bu gezegenin bir ülkesi değil!"
CHARLİE'NİN ÇİÇEKLERİ..
Pazar günleri, eski pazar yazılarımdan seçmeler verme geleneğini, bugünkü kuşakları da dikkate alarak sürdürüyorum. 10 Eylül 1994'te yayınlanan bu yazımı, özellikle her sabah asansör beklerken, ya da asansör içindeyken, birbirlerinden "Allah'ın selamı"nı bile esirgeyen meslektaş ve güya Sabahtaşlarıma ithaf ediyorum. Okumalarında yarar var.
33 yıl önce, Teksas, El Paso'da, her sabah erken saatlerde aynı otobüse binerdik hepimiz.. Uyku mahmuru inşaat işçileri.. Aramızda bir tek yaşlı adam vardı. Dağınık, bakımsız bir yaşlı adam. Her sabah gelir, şoförün arkasındaki koltuğa oturur, hiç ses çıkarmadan giderdi.
Kent merkezinde bir Yaşlılar Evi vardı. Gazete kitap okudukları, radyo dinledikleri, yemek yedikleri.. Onun önünde inerdi.
Yaşlı adama kimse aldırış etmezdi bile. Zaten kimse kimseye aldırış etmezdi. sessiz sedasız, eksik uykumuzu tamamlar gibi giderdik, şehre.
Yaşlı adam, bir temmuz sabahı, kapıdan bir başka girdi. Şoföre tebessüm etti, kafası ile selam verdi. Şoför de onu başı ile selamladı. Biz gene aldırmadık.
İhtiyar, ertesi gün otobüsün basamaklarını zıplayarak çıktı. Bu defa hepimize güldü...
"Günaydın hepinize arkadaşlar" diye bağırdı. İçimizden bir kaçı homurtu ile karşılık verdi.. "Günaydın.." Ertesi haftalar durum iyice değişti.
İhtiyar artık ütülü elbise giyiyor, eski ama şık bir kravat takıyor saçlarını dikkatle tarıyordu.
Hepimize bir şeyler soruyor, bir şeyler anlatıyordu. Biz de onunla konuşur olmuştuk. Bir sabah otobüse kucağında bir demet kır çiçeği ile bindi.
Şoförümüz güldü..
"Kendine bir sevgili buldun galiba Charlie.."
Adı Charlie miydi, gerçekten kimse bilmiyordu. O da aldırmadı.. Utangaç bir tavırla başını eğip, evetledi, şoförü.. Bizler sevinçle ıslık çalıp, alkışladık.. Charlie eğilip hepimizi selamladı ve gitti yerine oturdu.
Ondan sonra artık her gün Charlie otobüse çiçekle geldi. Biz de zaman zaman sağdan soldan çiçek koparıp getirdik, Charlie'nin buketine eklemek için..
Otobüsün havası değişmişti artık. Herkes birbiri ile ahbap olmuştu. Birbirimizle konuşuyor, şakalaşıyor, gazeteleri değiş tokuş ediyorduk. Yapraklar giderek sararmağa başladı. Sonbahar geldi.
Bir gün Charlie her zamanki durağından otobüse binmedi. İkinci, üçüncü gün de yoktu.
Hasta mıydı acaba? Yoksa.. İyimser bir tahmin yaptık, "Tatile çıkmıştır" diye.
O cuma sabahı, otobüsümüz Yaşlılar Merkezi önüne geldiğinde, çocuklardan biri şoföre "Dur ve bekle" dedi.
İndi gitti. Nefesimiz tutulmuş bekliyorduk.
Evet.. Charlie'yi hepsi tanıyordu. Adı Mr. Day'di. Sağlığı yerindeydi, ama o hafta merkeze gelmemişti.
Hafta sonunda çok özel bir arkadaşını kaybetmişti. Pazartesi günü yeniden gelmesi bekleniyordu. Pazartesi sabahı Charlie durakta bekliyordu. Beli biraz daha bükülmüş gibiydi. Rengi biraz soluktu. Kravatı yoktu. Elbisesi ütüsüz, saçı dağınıktı. Gene ilk günkü haline dönmüştü. Sessizce gidip yerine oturdu.
Otobüsün içi bir kilise sessizliğindeydi.
Hiç kimse hiçbir şey konuşmadı.
O sert, o güçlü inşaat işçileri bizler, yol boyu yaşlı gözlerle, öylece oturduk..
O yaz, yaşantımıza dokunup geçen sihiri düşünüyorduk hepimiz, ellerimizde kalan güz çiçekleriyle..
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- En güzel manzara... İnsan!.. (23.11.2022)
- Türk ve Norveç Halk Müziği’nde ortak noktalar!.. (24.04.2022)
- Bugün için yazmak içimden gelmedi, inanın!.. (23.04.2022)
- Domenec Torrent, hoca moca değil!.. (22.04.2022)
- Pitbull dehşeti ve verilen komik ceza!.. (21.04.2022)
- Bravo Yıldız!.. Bravo Mevlüt!.. Önce ‘İnsan’, önce ‘Çocuklar’ çünkü... (20.04.2022)
- Ne mutlu bana Erol, sana değil, bana! (19.04.2022)
- Muhteşem Çeşme Projesi ve istemezükçüler!.. (17.04.2022)
- Bir muhteşem okul... Bir muhteşem sergi... (16.04.2022)
- “Türkiye’nin ne güzel yolları var” turu!.. (15.04.2022)