Avrupa'ya ayak basıp asimile olmayan tek topluluk Türk milletidir. Hıristiyanlar asırlarca Türkleri Avrupa ve Anadolu'dan atmak için uğraştı. Batılıların tam işlerini bitirdik dedikleri her seferinde Türk milleti şehadet şerbetini içerek dimdik karşılarına dikildi. Bu topraklar Hititler'i, Urartular'ı, Frigler'i, Lidyalılar'ı ve Romalılar'ı tarihin tozlu sayfalarına karıştırdı. Ancak büyük Türk milleti, 1000 yıldır her felaketi büyük fedakârlıklarla savuşturup her türlü zorlukla kahramanca mücadele ederek kanlarıyla Türkiye yaptığı Anadolu'da var olmayı başardı.
Kutülamare zaferini kazanan Mehmetçikler.
BEDENLERİ TAZE, YÜZLERİ NURLU
Türkler, tarih boyunca vatan ve devletleri için "Ölürsem şehit, kalırsam gazi" anlayışıyla hareket ettiler. Atalarımız fethettikleri ülkelerin her karış toprağını binlerce şehidin kanıyla sulamadan terk etmediler. Osmanlı döneminde akıncılar, yatakta ölmeyi ayıp sayar, şehit düşmeyi arzularlardı. 15. yüzyıl yazarlarından
Suzi Çelebi, Mihaloğlu Ali Bey'in gazalarını anlattığı gazavatnamesinde bu anlayıştan şöyle bahseder:
"Yatakta can çekişerek ölmek çok kederli bir hâldir. Kılıç sebebiyle yaralanmak ise hoş bir neşedir. Her varlığın sonu yokluk olduğu için, bugün şehit olmanın zamanı ve adımıdır. Rıdvan Cenneti, şehit için süslendi. Huri ve gılmanlar şehit için giyinip kuşandı. Şehide ödediği kan pahası/diyeti karşılığında verilen cennet değil midir? Allah'ın huzurunda kendisine bahşedilen ikram, kendisine cennet değil midir? Şehidin türbesinin ışığı, aydır. Şehidin kabrine her an nur iner."
17. yüzyıl yazarlarından
Cafer Iyani, Macaristan serhaddindeki gazaları anlattığı
"Tevârih-i Cedîd-i Vilâyet-i Üngürüs" isimli eserinde atalarımızın şehadet kültürüyle ilgili şu hadiseyi anlatır: "1586'da Budin'de naiplik yaparken Peşte kalesinin tamiri gerekmişti. Bu esnada kalenin temeli içerisinde şehitlerin uzun yıllardır saklı kalmış kabirleri ortaya çıktı. Nurlu vücutları keşfedildiğinde o cennetliklerin tertemiz bedenleri ve mübarek başlarından sanki o anda şehit olmuşlar gibi kanları akıyordu. Kiminin başındaki kılıç yarası kan ve toprak ile karışmış, mübarek bedenleri taptaze ve yüzleri nurluydu."
Balkan şehitleri için dikilen anıt.
'BUGÜN BİZİM BAYRAMIMIZ'
Türk askerleri, muharebe sahalarında düşmana hücum ederken ve kuşatma altındaki kalelere hücumlarda
"Allah Allah" sedalarıyla savaşırlar, şehadet şerbeti içmekten çekinmezlerdi. Ölüme gönderilen gaziler
"Canımız başımız din-i İslam uğruna fedadır" diye görevlerine giderlerdi. 17. yüzyılda kaleme alınan Tiryaki Hasan Paşa Gazavatnamesi'nde serhadlerde yaşayan gaza ve şehadet kültürüyle ilgili birçok bilgi vardır. Eserde, şehit düşenler,
"Şehitlik şerbeti nasip oldu. Pek çok cesur gaziye şehitlik müyesser oldu" diye zikredilir. Gazavatnamede gazilerin şehadete bakışı şöyle anlatılır:
"O gece gaziler şehitlik şerbetine talip oldular. Birbirleri ile şakalaşarak 'Acaba sabahleyin zafer güneşi hangi tarafın askerine doğar' diye sabaha kadar münacaat ettiler.
Gaziler, kâfirlerin çokluğundan üşenmeyiniz? İnşallahu Teâlâ fırsat bizimdir. Her ne zaman ki, kâfirler din-i İslam üzerine fitne ateşi yaksalar, Hak Sübhânehu ve Teâlâ Hazretleri, lütfu kerem ile o fitne ateşlerini söndürür. Şimdi ey gaziler göreyim sizi, din-i İslam uğruna merdane deruni kâfirler ile vuruşalım. Ölenlerimiz şehit, kalanlarımız gazi ve saiddir.
Gaziler, gayret-i İslam için, can ve başlarını fisebilillah feda edüp dediler. 'Bugün bizim Kerbelâ'mızdır. Bugün doğduk, bugün ölelim, bugün bizim ulu bayramımızdır' dediler. Gaziler bu hâl ile hazır oldular."
Türk ordusu Viyana önlerinde.
DÖVÜŞE DÖVÜŞE ŞEHİT OLDULAR
Asrın sonunda da Türk askerinin şehitliğe bakışı aynıdır. II. Viyana Kuşatması sırasında öncü Osmanlı askerleri Viyana'ya yardıma gelen düşman ordusu ortasında kalmıştı. Kuşatmayı anlatan Vekayiname'de hadiseden şöyle bahsedilir: "Böylece 5 ya da 6 bin asker, savaşı peşin peşin kaybetmiş bir hâlde 80 bin gâvurla karşı karşıya geldi. Ancak onlar için başka bir çıkar yol da kalmamıştı. Bahtlarının kapanmış olduğunu bildikleri hâlde, kadere boyun eğip atlara bindiler. At üzerinde savaş meclisi kurup şu karara vardılar: 'Üç yanımızdan düşman ve dördüncü yanımızdan da suyla çevrilmişiz. Bizim için artık hiçbir kurtuluş umudu kalmamıştır. Ölenimiz şehit, sağ kalanımız gazi olur. O hâlde, bırakalım da dünyada ve ahirette adımız şanla şerefle anılsın!'
Düşmanla çarpışma kararını bu şekilde verdiler. Kral Tökeli İmre, 'Henüz her şey kaybedilmiş değildir. Sabırlı olun ve geri çekilmek için bir yol bulun' diye haber yolladı. Fakat Hüseyin Paşa onun sözünü dinlemeyip sadece, 'Yüce Allah, hak dinimizi bu gâvurların yardımına muhtaç etmesin' diye düşüncesini açıkladı. Sonra da emrindeki İslam askeri ve Alp Giray Sultan'ın Tatarlarıyla hiç duraksamadan din düşmanlarının üstüne saldırdı. Hepsi hak dini uğruna dövüşe dövüşe şehit oldu." Şehitlerin naaşlarının düşman elinde kalmamasına çok önem verilirdi. Meydan muharebeleri ve kale kuşatmaları sırasında şehit düşen askerlerin naaşları aranıp bulunularak defnin yapılacağı yere getirilirdi. Kuşatma sırasında şehit düşenler, metrislere defnedilir; kale düşünce gömüldükleri yerden çıkarılarak kilimlerle defnedilecekleri yere getirilirdi. Cenazeleri bulunan ve bulunmayan bütün şehitlerin cenaze namazı kılınırdı. Şehitler büyük bir yer kazılıp birlikte defnedilirdi. Daha sonra şehitler için hocalara üç gün üç gece Kuran-ı Kerim okutulurdu.
Rahmetli
Nihal Atsız'ın dediği gibi:
"İnsan büyür beşikte / Mezarda yatmak için / Kahramanlar can verir / Yurdu yaşatmak için."
Mehmetçik, Çanakkale'de siperlerde.
ŞEHADETE KOŞTULAR
Birinci Dünya Savaşı'nda yüz binlerce Mehmetçik tarihe geçecek kahramanlıklar gösterip şehadet şerbetini içerek Türk milletini yok olmaktan kurtardı ve Milli Mücadele ruhunu oluşturdu.
1915 Haziran'ının sonlarına doğru yazar, şair, ressam ve bestekârlar Çanakkale'yi ziyaret etti. Heyet mensupları, Çanakkale cephesinde Türk askerinin kahramanlığına ve cesaretine şahit olmuşlardı. Konuştukları birçok asker, Balkan Savaşı'nın utancını silmek ve vatanı kurtarmak için kendisini hiç çekinmeden öne atmıştı. Bir hücum sırasında yaralanan kahraman bir Mehmetçiğimiz tedavisini 'Ko aksın, Balkan Muharebesi'nin karasını ancak bu kan siler' diyerek reddetmiş ve savaşmaya devam ederek biraz sonra şehit olmuştu.
25 Nisan 1915 günü Arıburnu cephesinde düşmanı karşılayan 27. Alay'ın kumandanı Yarbay Şefik Bey, muharebe raporunda bir başka kahramanlığı şöyle anlatır: "Kanlısırt üzerinde bulunan toplarımızı geri almak için taarruza geçen askerimiz şiddetli ateş karşısında pek cesurane ilerlemeye çalışıyordu. Avcı hattı düşmanın elinde bulunan toplarımıza yaklaşmıştı. Topların kurtarılması hakkında sık sık teşvik edici emirler veriyordum. Düşman topları vermemek ve Kanlısırt'ı bırakmamak için pek inatçı mukavemetle kalmayarak karşı hücumlar da yapıyordu. Askerlerimizin ilerlediği yerlerde telef olmuş ve ağır yaralı olduğundan yerlerde kalmış birçok düşman cesedi ve eri bulunuyordu. Muharebe öyle kızgın bir devrede idi ki; değil düşmanın ağır yaralanmış veya henüz hayatta bulunan askerlerine yardım etmek, yardıma muhtaç yaralılarımıza bile bakmak kimsenin hatırına gelmiyordu. Çünkü muharebenin bu safhası düşman eline esir düşen toplarımızın kurtarılması namına cidden şiddet kazanmış, her iki taraf yakından inatçı bir mücadeleye tutuşmuştu.
Bu kızgın müsademeyi görüp de katılmayı arzu etmemek mümkün değildi. Bu cümleden olarak yegâne ihtiyat kuvvetim olarak Göktepe'nin batısında yani Adanabayırı'nın bu hizadaki doğu gerisinde bulundurduğum bölüğün (1. Tabur 3. Bölük) takım kumandanlarından Teğmen Emin Efendi, harbe katılmak için bölük kumandanına yaptığı müracaatında bölük kumandanından, 'Bizden başka ihtiyatta kuvvet yoktur, kumandan bizi göndermez' şeklinde açık ve kesin cevabı alır.
Bu olumsuz cevaba rağmen Emin Efendi, askerlerimizin Kanlısırt'ta topların başında pek kızgın ve yakından devam eden muharebesi karşısında daha fazla dayanamayarak, bölük kumandanının muharebeyi seyretmekle meşgul bulunduğu bir sırada, gizlice ve emirsiz takımını alır ve hızla takımıyla beraber toplarımızın başında cereyan eden muharebeye girişip şehadet rütbesine ulaşır."
(Çanakkale Savaşı, Ed. Muzaffer Albayrak, Yeditepe Yayınevi).