Şükrü Erbaş'ın "Köylüleri niçin öldürmeliyiz?" adlı ünlü şiirinden mülhem, "Fakirleri niçin öldürmeliyiz?" diyecektim, vazgeçtim.
Gördüğünüz gibi daha az (mı?) provokatif bir serlevha seçtim.
"Köylüleri niçin öldürmeliyiz?" şairi ne kadar köylüyse, biz de o kadar fakirdik. Zaten çocukluğumuzu idrak ettiğimiz siyah beyazlı yıllarda halkın yüzde 90'ından fazlası fakirdi...
Şükrü Erbaş'ın mezkûr şiiri vaktiyle çok tartışılmıştı.
Cumhurbaşkanı Demirel, şiirdeki "ironi" anlaşılmazsa köylüleri zemmetmek (kötülemek) şeklinde anlaşılacağına dair "endişelerini" dile getirmişti.
Oysa "ironik" olan "öldürmek" fiilinden ibaretti. Yoksa köylüleri alabildiğine kötülüyordu.
Aptal, kaba ve kurnaz bulduğu köylülerin inanarak ve kolayca yalan söylediklerini dile getiriyor; şarkı söylemekten ve kederlenmekten utandıklarını, gülmeyi ayıp, eğlenmeyi zayıflık olarak gördüklerini söylüyordu.
"Köylüleri niçin öldürmeliyiz?" diyordu, "Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler / Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde / Bunun, Tanrı'nın bir lütfu olduğuna inanırlar..."
"Yanlış partiler" lakırdısını boş verin. Lakin, "şükür içinde" olmaya getirilen "eleştiri" konumuzla alakalı, dikkat isterim.
İronik olan "öldürmek" fiilinden ibaretti dedim ya, bu da mezkûr şiirden yirmi yıl önce (1974'te) İsmet Özel'in "Akla Karşı Tezler" şiirinde geçer: "Köylüleri niçin öldürmeliyiz? /
Bu sorunun karşılığını bulamıyorum/içinden
çıkılmaz bi olay, ama önemsiz / köylüleri
öldürmesek de olur..."
Köylülerden kastedilen, nasıl ki "köylülüktür",
bu şiirden mülhem "Fakirleri öldürmesek
de olur" başlığındaki fakirlerden kasıt
da "fakirliktir."
***
Şükrü Erbaş köylülere nerde nasıl tanıklık etti bilmiyorum, benim içinden geldiğim köylülerim asaletle malul dağ gibi insanlardı.
Asalet en çok değer verdikleri erdemdi.
Daha önce anlatmıştım, yineleyeyim: İnsanların ekmek bulup yiyemedikleri muhacirlik döneminde,
Hasan Baba namıyla maruf dedemin köpeğine köyün ileri gelenlerinden varsıl bir ağa ekmek atmış. Ne ki dedemin köpeği ağanın attığı ekmeğe dönüp bakmamış. O gün bugündür şu söz söylenir bizim oralarda: "Ağa'nın ekmeğini Hasan Baba'nın köpeği yemedi..."
"Şükür içinde" olmak veya şükretmek, miskinlik değildir... Sonsuza kıyasla bu dünya hayatı, matematiksel olarak ihmal edilecek büyüklüktedir.
İhmal edilmeyecek olan, bu dünyanın bir sınavdan ibaret olduğudur. Ve, şükretmek de bizzat sınava içkindir.
"Üryan geldim gene üryan giderim" diyen
Karacaoğlan, huzur-ı mahşeri tasavvur ederek, "ipek yüklü kervanının" olmamasına şükreder gibi değil midir?
***
Marquez'in ölüleri mezarlardan çıkarırcasına yağan yağmurları gibi çocukluğumda yağmurlar biteviye yağar, hiç dinmezdi.
Bu yağmurlar yüzünden
pluviofil oldum desem yeridir. Yağmur yağınca
hâlâ dünyanın en mutlu insanı olurum. (Pluviofillerden kimseye zarar gelmez, merak etmeyin. Dünyanın en samimi insanlarıdırlar; ben söylesem ayıp olurdu ama inanın bilim söylüyor.)
O sene aylardır yağmur yağmıştı. Ben de evde annemin verdiği sözü düşünüp (okulu bitirince bana bisiklet alacaktı) yağmurda bisiklet sürmeyi hayal etmiştim. Anneme sözünü tekrar ettirmek için "Anne, bisiklet alamayız ki, biz fakiriz!" demiştim.
Annem kızmıştı. Çok kızmıştı. "O ne demek oluyor?" demişti, "Biz neden fakir olalım; fakir şeytandır..."
Yağmurlar yağmaya devam etti ve biz büyüdük...
Bisikletim olmadı ama şeytanın ve şeytanlaşmış insanların gerçek fakirler olduğunu anladım.
Doymak bilmez iştahlarıyla, doydukça açlığı mahkûm olan açgözlülerin ve haramilerin acıklı hallerini görünce
Yunus Emre'lerin gerçek zenginliklerinin künhüne vardım:
"Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa yerinirim..."