Cömertlik elde olmayandan verebilmektir. Elde olandan vermek, cömertlik sayılmamıştır.
Kur'an-ı Kerim'in övdüğü bir grup insan vardır. Bunlar 'İsar' ehli olan Müslümanlardır. Peki İsar nedir?
İsar; bir Müslüman'ın diğer Müslüman'ı kendine tercih etmesidir. Kendisi muhtaç olsa da, diğer Müslüman'a el uzatmasıdır.
İsar ehli olanla, cömert olan kişi arasında şöyle bir fark vardır. Cömert elinde olandan ve arda kalandan verir. İsar ehli ise; kendisi muhtaç olsa bile başkasına vermeye devam eder.
Kur'an-ı Kerim Medine ashabını bu özellikleriyle över. 'Kendileri muhtaç olsa da, diğerlerini kendilerine tercih ederler.' (Haşr, 9)
Hz. Aişe (r.a.) Efendimizin ulaşılamaz bu ahlakına şöyle örnek verir:
'Resulullah'ın (s.a.v.) evinde asla doyuncaya kadar yemezdik. Halbuki evde yiyecek olurdu. Ama Efendimiz (s.a.v.) onu İsar ederdi (dağıtırdı.)
***
İsar sadece para-pulda olmaz. Mevki- makam- mansib gibi durumlarda da var. Yani mesela; siz birini göreve tayin ediyorsunuz. Birini Şube Müdürü yapıyorsunuz. O diyor ki, efendim şu şef kardeşim benden daha çok bu göreve layıktır. Lütfen beni değil, onu tayin ediniz. Halbuki kendisi de bu makamı istiyor. Ama böyle diyor. Diğer din kardeşini kendine tercih ediyor. Şimdi böylesi insanlar var mı? Belki! Ama ne kadar az değil mi? Bir makam- kadro ortada olduğunda insanlar ona kavuşmak için ne kadar birbirlerini hırpalıyorlar. Günaha girip, haset, gıybet ve hatta karalıyorlar. Ne için? Birkaç günlük makam için! Halbuki mezarlıklar o görevlerin daha güzelini görenlerle dolu.
Bir köle ve Abdullah Bin Cafer
Abdullah bin Cafer bir gün yolculukta
iken bir hurma bahçesinin
yanında oturur. Bahçede siyah bir
kölenin işçi olarak çalıştığını görür. Köleye 3 ekmek getirdiler. Köle, bu ekmeklerden yiyeceği esnada bir köpek geldi ve köleye sokuldu. Köle bir ekmeği attı. Köpek yedi. İkinciyi attı, köpek onu da yedi. Köle üçüncü ekmeği de attı, köpek onu da yedi.
Abdullah bu hadiseden etkilendi. Köleye sordu; senin ücretin ne? Bu üç ekmek. Peki neden bunun hepsini köpeğe verdin. Efendim; o yabancı bir köpek. Buralardan değil. Çok acıkmıştı. Peki sen bugün ne yiyeceksin. Hiçbir şey. Yarına kadar sabredeceğim.
Meşhur zenginlerden ve çok cömert birisi olan Abdullah bin Cafer şöyle dedi: Benim çok cömert olduğumu söylerler. Halbuki bu köle benden daha zengin. Ben olanın bir kısmını veriyorum. Bu köle olanın tümünü veriyor.
Abdullah, köleyi satın aldı ve azat etti. Sonra da bahçeyi satın aldı ve köleye hibe etti.
***
O halde başa dönelim. İsar ruhlu müminler azaldı. Hep ben, hep ben diyen Müslümanlar çoğaldı. Dünya için haset içinde başkalarını kötüleyen, gıybet eden insanlar çoğaldı. Ne yazık ki...
*****
DİNİ ALLAH'A HALİS KILIN
Son dönemlerde dini hassasiyetleri yanlış yerlere kanalize eden oluşumları daha çok konuşur olduk. Bu konularda zaman zaman yazılar yazdım. Kendimce halisane uyarılarda bulundum. Doğru ve yanlışı birbirine karıştırmayalım, yanlış oluşumlar sizi dinden soğutmasın dedim. Ama olaylar gösteriyor ki problem devam ediyor.
Problemin en büyük sebebi; dini şahsi ikbal, güç ve amaç ve menfaat için kullanmaktır. Kimileri dini bu amaçlarla istismar ediyor. Kimileri de onların oluşturduğu bu kirli görüntüden kendince bir ikbal kotarmaya çalışıyor. Kısacası yağmurdan kaçarken doluya yakalanabiliriz. Dikkat etmek lazım.
Dinin iki temel kaynağı Kur'an-ı Kerim ve Kur'an-ı Kerim'in en doğru yorumu olan Hz. Resul'ün (s.a.v.) konuşmalarıdır. Bu iki temelle yola çıkan ve ama yol arabasına kaçak yakıt almayan her hareket istikamete varır. Yolda kalmaz, yoldan sapmaz. Yol kurallarına aykırı hareket etmedikçe.
Bu iş çok girift değil. Günlerce otel lobilerinde tartışılıp alınacak kararlarla çözülmeye de ihtiyacı yoktur. Belki yol bu da değil. İslam'ın hikmet dolu temel prensiplerini yaygınlaştırdığımızda, İslam'ın manevi önderlerinin temiz hayatlarına sağlam atıflar yaptığımızda, vahiy ve aklı harmanlaştırdığımızda, dünyayı ve olayları doğru okuduğumuzda, gençleri bilimsel faaliyetlere yönlendirip dinin; hoşgörü- rahmetsevgi ve affedicilik vasıflarını toplumda egemen kıldığımızda zaten yanlış cereyanların önünü kapatırız. Onlara akacak katılımları engelleriz.
Bu hususlarda konuşanların birçoğu -hepsi demiyorummaalesef dini bilgi, deneyim ve temellerden yoksun insanlardır.
Kimi durumdan vazife çıkarma niyetinde. Kimi elinde sağlam birikim olmadan, İslam dinini, tasavvufunu, mezheplerini batı âlemindeki eşdeşleriyle karşılaştırıp bir sonuca ulaşmaya çabalıyorlar ama üzülerek söyleyeyim ki muhatap oldukları hiçbir hareket hakkında bilgi sahibi değiller. Halkı tanımıyorlar. Yanlış çıkışlarla doğru bir sonuca varamayacaklarının farkında bile değiller.
*****
TASAVVUF İSLAM'IN ZÜHD PENCERESİDİR
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve sahabenin vefatlarından sonra hem eski Müslümanlar ve hem de fetihler sayesinde İslam'la tanışanlar kendilerine günlük hayatın karmaşası içinde manevi dokunuşlarda bulunacak ve kalp hayatlarına hitap edecek önderler aradılar.
Fıkıh, hadis gibi ilmi alanlarda; İmam Malik, İmam Şafii, Evzai, Süfyanı Sevri, Ebu Hanife, Davudi Zahiri, Leys bin Sad, Ahmed bin Hanbel, İmam Buhari, İmam Müslim gibi büyük alimlerin açtıkları yolda eksiklerini giderdiler. İbadet hayatlarını ve edebi buralardan öğrendiler.
Tasavvufta esas olan...
Manevi (tasavvuf) alanında özellikle hicri ikinci asırdan sonra Cüneydi Bağdadi, Beyazıdi Bestami, Sırri Sakati, Hallacı Mansur, Abdülkadiri Geylani, Ahmet Yesevi, Yunus, Eşrefoğlu Rumi, Somuncu Baba, Hacı Bayram Veli, Şemseddin Sivasi, Niyazi Mısri ve benzeri binlerce zirve insan arayanlara yol gösterdiler.
Bu dönemlerde tekke-dergâh kavramları mescit ve medrese ile bütünleşti. Bir tarafta şeriat (Kur'an ve Sünnet) diğer tarafta tasavvuf (zühd ve takvaya çağrı) bir bütün halinde Müslüman'ı salim bir kalbe, ihlas ve samimiyetle çağırdı.
Tarikatlaşma sürecinde elbette indi, şahsi, ferdi mülahazalar zaman zaman eksen kaymasına sebep olmuştur. Tasavvufta esas olan; maluma varmak, rızai bari, vuslat, günahlardan hicret, zühd, vera, ihlas gibi hedeflerin yerine, dünyevi ikbal veya beklentiler bazen daha geçer hale gelmiştir. Tabi olan ile tabi olunanda beliren bu hastalıklar, gövdeden çıkan bazı yaprakları mevsimsiz sarartmıştır. Ama bu hiçbir zaman gövdenin kendisini saran ve sarsan bir hastalığa dönüşmemiştir.
Tasavvufun kendisi bu hasta yapıları def etmiştir. İslam âleminde tertemiz bir tasavvufi damar hâlâ yoluna devam ediyor.
Tasavvufi hayat, tertemiz ve duru yaşandığında Hz. Resul'ün sahabesinin samimiyetine davet eder. İhlası emreder. Rabden başkasına nazarı hoş görmez. Kibiri, büyüklenmeyi, nefsaniliği cerh eder. Haramdan kaçınır. Dini temizliği, maddi bir ikbal, menfaat, gelecek, mevki ve makam için asla pazarlık konusu yapmaz. Müridinin eline bakmaz. Bilakis elinden müridinin eline ihtiyacını giderecek -imkân nispetinde- bir vedud ele dönüşür.
Onlar olmadan daralırız
Peki bunlarda bir gevşeme veya hata olursa ne yapılacak? Yapılacak olan ağacın gövdesini korumaktır. Ağacı temizlemek. Çürümüş yaprakları silkeleyip ağacın daha güçlü yeşermesini sağlamaktır. Zira İslam âleminin tümünde sahih, sağlam, kitap ve sünnete uygun tasavvuf, en zor zamanda bir çıkış kapısı olmuştur.
Tasavvuf büyüklerinin Kur'an ve Sünnete uygun olan hitapları, dersleri ve eserleri ufku saran siyah günah bulutlarını dağıtan ve yağmur bulutlarına zemin hazırlayan birer manevi nefestir. Onlar olmazsa mana âlemimiz oksijensiz kalır. Daralırız.
Gerçek tasavvuf ile Kur'an ve Sünnete uymayan sözde anlayışları karıştırmamak lazım. İnsanları Allah'a, Resulüne, ahlaka, İslami zühde çağıran gerçek mürşitlerle, bu özelliklerden yoksun sözde kişileri ayırmak lazım.
Allah'a ve Resulüne dair güzellikleri yaşamak için yola çıkan tasavvuf erbabı ile, derdi dünya olanı ayırmak lazım.
İnsanlara kendisini layüsel olarak saydıran cennet ve cehennemin sanki mihmandarıymış gibi takdim eden günahkar davetçi ile; ey kardeşlerim, ben de sizin gibi Rabbin affına sığınan, merhamete susamış bir abdi acizim. Ben size sadece tebliğ ve irşatla memurum diyeni birbirinden ayırmak lazım.
*****
İYİLİK SAĞA-SOLA DÖNMEK DEĞİL SADECE
"İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah'a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir."
(Bakara, 177)