"Gül, zaman zaman lâle ve karanfil gibi zorlu rakiplerle mücadele etmek zorunda kalmışsa da, saltanatını her zaman korumuş, bütün çiçekleri, hattâ tabiatı özetleyen bir çiçektir; vazgeçilmezliği belki de bundan..."
Beşir Ayvazoğlu "Güller Kitabı"nda
böyle yazıyordu...
Hakikat de böyleydi...
Lakin şimdi...
Altını çizdiğim bu satırları bir daha okuduğumda buruk duygular kaplıyor içimi...
***
Gül, saltanatını kaybedeli epey oldu.
Öyle aşk meşk, kutlama, anma çiçeği olarak gönderilen gül goncalarından söz etmiyorum...
Ağaçlar, duvarlar, dağınık otlar arasında büyüyüp serpilmemişse, hani bir taraçanın eşiğinde açmamışsa falan...
Orasının bahçeden sayılmadığı zamanlardan söz ediyorum.
Nerede o güllü bahçeler?
***
Geçen gün yine fidanlıklarda dolaşınca hatırladım.
Dört fidanlıktan sadece birinde gül fideleri satılıyordu. Bir büyük endüstriyel yapı malzemeleri mağazasının bitki ve bahçe bölümündeki güller sulanmamış ve inanamayacaksınız ama toz içindeydiler.
Kimse de yüzlerine bakmıyordu zaten...
***
Bir ara yazmıştım, hatırladım...
Çeşme tarafında yaşadığım zamanlarda bodur zeytin ağaçları, tropikal bitkiler, süs sazlıkları ve kaktüslerle dolu bahçelere baka baka sıkılıp gül almaya gittiğim fidanlığın sahibi arkadaşım,
"Dikeni bol, gövdesi çabuk kalınlaşıyor, hastalığa yatkın, çiçeği seyrek diye istenmiyor" demişti.
Artık
"eski" kalmıştı gül...
Herkes yeniyi istiyordu.
Bizim malum sosyal hastalığımız buydu; trendlerden başımızı kaldıramıyor,
güzel "eski"leri hayatımızdan çıkartıveriyorduk
Bu durum devam ediyor işte!
Gelenekçiyiz, hesapta...
Toprağa alışıp tutmadan sararıp solan hurma ağaçlarını her yere dikmek miydi gelenekçilik?
***
Gülleri sera çiçekçilerine ve vazolara bırakıp bahçelerimizden, balkonlarımızdan uzaklaştırmak neyin nesi?
Oysa iyi bakılmış gül yarım asır yaşar.
Ama bütün o yılları kuru bir dal gibi geçirme, yapraklarının paslanıp tatsız görünme ihtimali de yüksektir.
Tahammülümüz yok buna...
Güzellikse, sorunsuz olsun istiyoruz.
Bir çiçeğin hastalıklarıyla uğraşıyorsak, sevmiyoruz.
Bütün bunlar zihnimizin yeni tasavvurlarına ve kültürel değişimimize nasıl da ışık tutuyor değil mi?
Düşünsek mi?
Yok, biliyorum,
gidip bir sukulent daha alırız şimdi...