"
Hep geç saatte geliyorsunuz professore" diyor, Halil.
Sık gittiğim lokantanın Arnavut garsonu.
Beş yıldır Venedik'teymiş...
Yaşını başını almış, sürekli okuyan, pek az konuşan, hele sakallarını ak bürümüş biriyseniz,
"professore" olduğunuzu düşünüyor, başka bir ihtimali asla kabul etmiyorlar.
"Geç geliyorum" diyorum;
"Çünkü San Marco Meydanı'ndan geçmem gerek ve gündüz saatlerinde tahammül edemiyorum."
Yalandan yüzünü buruşturarak
"Haklısınız, çok kalabalık oluyor" diye karşılık
veriyor.
"Öyle ama benim için asıl önemli olan şu ki, San Marco sadece akşamları güzel..." Yüzü karışıyor.
Tam anladığını sanmıyorum.
İçinden "En iyisi ben mutfağa gideyim" diye geçirdiğine eminim.
Halil'e Josephine'i anlatsam mı?
Şehri dokuz yıl işgal altında tutan Napolyon Bonapart, bu meydanı
İmparatoriçe Josephine için dev bir balo salonu olarak inşa ettirmişti.
Josephine...
Onu sevmiyordu.
Açık açık söylüyordu bunu.
Tam da bu yüzden tutkuyla bağlandı Napolyon.
Çünkü yan yanayken bile özlüyordu...
Çünkü yan yanayken bile aralarındaki mesafe kapanmıyordu...
Josephine, kendisine armağan olarak inşa edilen bu meydana geldi mi?
Bazı tarihçiler "Bir kez geldi ama beğenmedi" diyorlar.
***
Çok değil, iki hafta sonra lagünden şehre doğru esecek rüzgârlar
uzak diyarların tohumlarını taşıyacaklar.
Bazen güneyli meltemler, bazen doğulu Levante rüzgârları...
Sonra nemli ve ihtiyar duvarların çatlaklarından, kapı önlerine bırakılmış saksılardan garip bitkiler filizlenecek...
Şehrin artık hiç kapanmayacak yaralarına merhem olan bu kalender, bu özensiz yeşilliği çok seviyorum.
Hayatıma benziyor.
Artık kendi
"bildiği gibi geliyor" hayat ve ses çıkarmadan kabulleniyorum.
Rüzgârlar...
Gitgide huzursuzluğu artan dünya; birden çöpe atılan dostluklar; üst üste yapışmış ölü fotoğraflar ve olmadık yerlerden filizlenen çiçekler...
Hepsi hatıralarını bırakıp gidiyorlar.
Uzun sürdü çünkü...
Her güzelliğin uzun tutulduğunda bir aldanışa dönüştüğünü görmek için
uzun yaşamak uygar insanın alınyazısı...
Bütün bunları düşünürken "Tatlım, dalıp gittin yine" diyen sesiyle toparlanıyorum.
Gülümsüyorum.
"Bir sonraki kahveyi Zattere'de, Nico'nun Yeri'nde içelim mi?"
Bu teklifimi reddedemez, biliyorum.
Çünkü Nico'nun dondurmaları nefis.