Anayasayı değil anayasa kuramı...
Çünkü, Türkiye, başkanlık sistemine geçişle doğduran ve kapsamlı bir rejim değişikliğini de gerçekleştirecek. Ama buradaki ana sorun, bu değişikliğin ayrıntılarını kimsenin yeteri kadar irdelememesi.
Bu belirsizlik o kadar açık ki, ne tür bir başkanlık aradığımızı henüz yeterince tespit edemedik. Başkanlık mı, partili başkanlık mı? Parlamenter sistem ve başkanlık mı, parlamenter sistemi devre dışı bırakan bir başkanlık mı?
Bunların hepsi olur, hiçbirisi diğerinden farklı değildir sanıyoruz. Halbuki, bu modeller arasında dağlar kadar fark var. Oysa gece gündüz televizyonlarda başkanlığı tartışanlar, bütün bu farkları, hiçbir önemi olmayan nüanslar sanıyor. Bazen dilleri sürçüyor, bazen kendileri de başkanlık mı yoksa partili başkanlık mı istiyor bilemiyorlar. Yarı başkanlık nedir, cevap veremiyorlar.
Anayasa hukukçuları neredeyse tek bir kelime etmiyor. İş bazı siyaset bilimcilerin hayli yanlı, yanlış ve eksik bilgiyle ahkam kesmesine kalıyor. AK Parti'nin entelektüel birikimi ise bu beklenen açıklamaları yapmakta yetersiz.
İşin nirengi noktasını Cumhurbaşkanını halkın seçmesi meydana getiriyor. Bu öyle sıradanlaştırılacak, bir konu değil. Halk, iradesini yani siyaset bilimi tabiriyle söyleyelim egemenliğini seçtiği kişiye devreder. Onunla bir temsil ilişkisi kurar. Dolayısıyla seçilmiş cumhurbaşkanı ile seçilmiş meclisin nasıl, nerede, ne şekilde karşılaşacağı başlı başına bir konudur.
Ve bu konuyu nasıl daha ileriye götürebileceğimiz başlı başına bir doktrin sorusudur. Halkın cumhurbaşkanını seçmesi doğrudan demokrasiye dönük bir girişim sayılmaz, tek başına. Çok önemlidir, demokratik açıdan elbette bir gelişme aşamasıdır ama bunun anayasa normu içinde çözülmesi gerekir.
Türkiye o noktada tıkanıyor. Tıkanmasının sebebi halkın iradesini yani egemenliğini iki ayrı kuruma tevdi etmesidir. Yani, parlamentoyu da halk bir egemenlik kurumuna dönüştürüyor bu durumda cumhurbaşkanlığını da. Bunların arasındaki ilişkinin nasıl düzenleneceği ise bir doktrin konusudur.
Fakat iktidarın iddiasını bu kadarıyla sınırlandırması da yetmez. Çünkü, mesele parlamentoların veya kurumların meşruiyeti değil, demokratik olmasıdır. Atatürk döneminde de parlamento vardı ve meşruydu. Ama demokratik değildi. Bu demokratiklik kriteri, parlamentonun kendi gücünü kendisinin sınırlamasıdır ki, o da güçler ayrılığıdır.
Türkiye'deki Başkanlık tartışmasının bam teli budur: güçler ayrılığının nasıl teşekkül edeceğidir. Bu aydınlatılırsa bundan sonrası toplumsal çatışmalar bakımından nispeten daha kolay aşılabilir.
Evet, mesele anayasa değil, anayasa ve demokrasi kuramıdır.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- ‘Sondan bir önceki’ yazı... (01.09.2017)
- Kasketten atlete... (30.08.2017)
- ‘Sol’dan ‘sos’a: Bir ayrışma ihtiyacı (28.08.2017)
- Türkiye’de Macron olmak... (25.08.2017)
- Kılıçdaroğlu aday olmazsa... (23.08.2017)
- Türkiye Avrupa’nın ortasında... (21.08.2017)
- Sıradan faşizm ve radikalizm ihtiyacı... (18.08.2017)
- Gecikmiş ırkçılık hayreti... (16.08.2017)
- Üniversite yerleştirmeleri üstüne... (14.08.2017)
- Bir tatil sonrası düşünceleri... (11.08.2017)