Geçtiğimiz çarşamba akşamı TRT World Forum'da Talip Küçükcan, Faruk Kaymakçı, Francis Joseph Ricciardone Jr., Joachim Bitterlich ve 8 çok değerli müzakereci ile değişen dünya düzeninde Türk dış politikasının parametrelerini konuştuk.
Bu panelde bir kere daha gördüm ki, dünyanın önde gelen krizlerinde Ankara'nın aktif yer alması iki tez etrafında sorgulanıyor: aşırı yayılma ve ideolojik motivasyon.
İlki Türkiye'nin kapasitesi, ikincisi ise niyeti ile ilgili.
Aşırı yayılma tezi, Suriye, Irak, Libya, Doğu Akdeniz ve Dağlık Karabağ'da aktif rol alan Ankara'nın imkanlarının ve yönetme becerilerinin sınırına ulaştığı yönünde
Bu argümanın Türkiye'nin angaje olduğu dosyalardaki çeşitliliği göremediği açık. Suriye, Irak, Doğu Akdeniz ve Libya dosyaları milli güvenlik çıkarları açısından olmazsa olmaz nitelikte.
Ankara bu sahalarda maksimalist yaklaşımla bulunmuyor. Aksine oyunu etkileyerek masadaki yerini alıyor. Krizi tek başına çözme iddiasında bulunmuyor. Ana aktörlerle müzakereyi, rekabeti ve gerilimi bir arada yürütüyor.
Askeri varlığını ise en az maliyetle sürdürerek savunma sanayisi hamlesini destekleyecek formda tutuyor.
Jeopolitik dönüşüm dönemlerinde her sahadaki varlığını ekonomi- dış politika-güvenlik etkileşimi açısından değerlendiriyor. Güç boşluklarını görerek inisiyatif alma ve gerekli pragmatizmi/esnekliği gösterme becerisini ise Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tecrübeli liderliği ile sergiliyor. Daralma ve sıkışma anlarında ilişkilerde yeni sayfaların açılması da bu şekilde sağlanıyor.
***
Türk dış politikasına yönelik ideolojik motivasyon tezi ise gerçeklikten çok ideolojik kampanya mahiyeti taşıyor.
Ankara'nın dış politikası ideolojik hülyalara değil, etrafındaki güç boşluklarını hesap eden jeopolitik realizme dayanıyor. Erdoğan, Arap isyanlarından Suriye iç savaşına, İran-Suud rekabetinden Kudüs'ün ilhakına kadar birçok yerde değerlerin, dostlukların ve çıkarların gerçek karşılığının ne olduğunu çok iyi gördü.
Söz ile eylemin arasındaki farkı da uzun süredir tecrübe ediyor.
Erdoğan'ın hamlelerini "Yeni Osmanlıcılık," "Türkçülük" ya da "İslamcılık" olarak sunanlar aslında Ankara'nın müdahale ettiği jeopolitik denklemlerde pozisyon kaybettiğini düşünen ya da daha fazlasını alamayacağını gören aktörler: Yunanistan, BAE, Fransa ya da İsrail gibi.
Türkiye'nin bir zamanlar olduğu gibi "harika müttefik", yani "uysal" konuma geri dönmesini isteyenler de bu kampanyaya katılıyor.
ABD ve AB cenahından gelen eleştiriler bu talebi yansıtıyor.
Nitekim son NATO toplantısında ABD Dış işleri Bakanı Pompeo, Ankara'dan "müttefik davranışına dönmesini" istedi.
Asıl bu yaklaşım müttefikliğe aykırı.
Suriye ve Irak iç savaşları, mülteciler, terörist gruplar ile Türkiye yüzleşsin ancak Avrupa'ya bir maliyet dayatmasın.
Washington PKK-YPG'yi desteklesin ancak Ankara sesini çıkarmasın gibi.
Yani müttefiklik tek taraflı tanımlanarak "reel çıkarların ortaklaşması" düzleminden çıkarılsın.
***
Şimdilerde Fransa'nın başını çektiği bu tedip edici yaklaşım, Biden Yönetimini de etkileyerek Türkiye'yi "sorunlu müttefik" olarak kodlama gayreti içinde. Malum, Biden ile birlikte Transatlantik ittifakın güçlendirilmesi gündemde. Bazı AB ülkeleri Biden Yönetimini Türkiye'yi "uysal müttefik" yapmak için yönlendirme gayretinde.
Büyük bir hata olur. ABD'nin dünyadaki liderlik rolüne geri dönmek isteyen Washington, yapacağı stratejik değerlendirmelerde birçok dosyada Türkiye'nin etkin varlığını fark edecektir.
Batı ittifakı Türkiye ile ortak çıkarlarını tanıyarak ilişkilerde yeni bir sayfa açmalı. Türkiye, Trump döneminin kaotik, tek taraflı ve başının çaresine bakan şartlarında dünya siyasetinde etkin rol oynayabildi.
Biden döneminin dünyaya çok taraflı, değerleri ve ittifakları güçlendiren bir arayış getirmesi durumunda da Ankara, yeni şartlarda aktif aktör olabilecek donanımdadır. Bu jeopolitik gerçekliğin tanınmaması halinde de başının çaresine bakabilir vesselam.