Türk tarihi Asya'dan Avrupa'ya ve Afrika'ya çok geniş bir coğrafyada cereyan etti. Rahmetli Durmuş Hocaoğlu bu durumu şöyle analiz eder: "Coğrafya, Türk'ü her zaman için "kuvvetli" olmak mecburiyetinde bırakmıştır. Zira, Türk, daima, çok mühim, çok kritik, çok stratejik, çok zor ve zorlu coğrafyalarda bulunmuştur...Türkler, boğulmamak için, Tarih ve Talih tarafından mahkûm edildikleri bu coğrafyayı aşmalı ve onun için de "güç" sahibi olmalı idiler.... Türk ya güçlü olur, ya da yok olur! Mesele bundan ibarettir. Bu ise karşımıza "Devlet" problemini getirmektedir: Türk, mutlaka ve behemehal "Devlet" sahibi olmalıdır; O, devletsiz yaşayamaz".
KUTSAL DEVLET
Türkler, tarihte devletleriyle var olmuşlardır. Devlet olmazsa milletimiz tarihten silinir, gider. Türk milleti varlığını devlet olmadan koruyamadığı için devleti kutsallaştırmıştır. Nesiller gelir geçer devlet hep var olur. Dolayısıyla Türk milleti de kimliğini kaybetmeden tarih sahnesinde var olmaya devam eder. Atalarımızın en çok korktukları husus devletsiz kalmaktır. Türk aydınları, düşmanları bile devletsiz kaldığında bu durumun ne kadar kötü olduğunun üzerinde durarak, devletsizlikte ortaya çıkan anarşiye dikkat çekip, kendi devletlerinin ebediyete kadar devam etmesi için dua etmişlerdir. Günümüzde Libya, Suriye, Irak ve birçok Afrika ülkesi devletsizliğin neye mal olacağını gösteren acı örneklerdir. Nitekim İbn Haldun da "Mukaddime"sinde devletin insanoğluna mutlak anlamda gerekli olan bir kurum olduğunu ve bunun tarihi zorunluluk olduğunun üzerinde durur.
Bizim tarihimizde devlet, Hobbes'un tahayyül ettiği Leviathan, yani yenilmez, karşıkonulamaz bir canavar olan ve halkına hesap vermeyen otoriter devlet değildir. Türk devleti milletini koruyan şefkatli bir babadır. Tarihi devlet anlayışımıza göre devlet ailenin genişlemesinden ibarettir. Bu yüzden hükümdarla halk, baba ile evlat gibidir. Türkler'de devletin temeli millete hizmet ve adalettir. Türk devletlerinde iktidarda kalmak "millete hizmet" ve "töreye sadakat"le mümkündür.
TÖRE VE DEVLET
Eski Türkler'de devlet ile hayat adeta eşdeğer kavramlardı. Bu yüzden devlet, kendisinden her şey beklenen kutsal bir varlık olarak görülmüştür. Devlet, Türk tarihinin merkez müessesesidir ve töreye göre kurulmuştur. Devlet anlayışımız, Türk medeniyetinin karakteristiği ve Türk tarihinin şahdamarıdır. Büyük tarihçi Osman Turan, "Devlet anlayışı bakımından bir Türkmen beyi ile bir Türk sultanının aralarında pek büyük bir ayrılık yoktu" diyerek bu anlayışın milletimizin tamamında aynı olduğunu ifade eder.
Türk düşüncesi ve hayatı üzerine önemli eserleri bulunan Sait Başer'in araştırmaları eski Türkler'de "Töre"nin manasının Tanrı'nın koyduğu nizam olduğunu, günlük hayata yansımasının ise hukuk, nizam, devlet düzeninde uyulacak kurallar manzumesi olduğunu ortaya koymuştur: "Atalarımıza göre töre her şeydir. Töre'nin bir yönü de devletsiz yürürlüğe girmemesidir. O bakımdan Türkler törelerini yaşayabilmek uğruna devlete kutsiyet izafe etmişlerdir. Türk devletindeki kutsallık fikri Devlet'in Töre'yi yaşanabilir kılmasından ileri gelir. Dolayısıyla Türk devletleri Töre'nin prensipleri doğrultusunda kurulmuş devletlerdir. İslam'dan öncekiler olduğu gibi İslam'dan sonraki bütün Türk devletleri Töre esaslı devletlerdir. Nitekim Türkler'de devlet başkanı ve yöneticiler, töreye uymak zorundadırlar." Kutadgu Bilig'e göre "Töre ile devlet büyür ve dünya düzene girer. Zorbalık ile devlet küçülür ve dünyanın nizamı bozulur."
***
Devletle bütünleşmiş devlet adamları
Türk tarihine bakıldığında devlet adamlarının "fena fi'd-devle" oldukları, yani kendi varlıklarını devletin varlığı içinde erittikleri, devletle bütünleştikleri görülür. Dündar Taşer bu kavrama özellikle dikkat çeker.
Cevdet Paşa, Maruzat isimli eserinde ilginç bir anekdot anlatır: "Bir akşam Âli Paşa, yemek için Fuad Paşa'nın yalısına geldi. Fuad Paşa yaltaklanmak için, "Sokollu ve Köprülü gelip de şu zamanı görseler, onların zamanlarında iş görmek kolaydı. Hüner şimdilik zamanının meselelerini halletmektir" şeklinde Âli Paşa'nın hep eski vezirlerden daha önde geldiğini gösteren sözler söyledi. Bu derece aşırı dalkavukluğa dayanamayıp dedim ki: "Köprülü Mehmed Paşa Fenâ fi'd-devle olmuş, gerçekleri bilen bir ihtiyar kişi idi. Her arzudan vazgeçerek, bütün düşüncesini rükuya varmış bir devleti kaldırmağa yöneltti. Başardı da. Şimdi öyle fedakâr bir vezir olsa, devleti yeniden canlandırır. Siz ondan bilgilisiniz, fakat bahçe düzeltmek ve adam kayırmak gibi kişisel işlerle uğraşıyorsunuz. Onun için Sokollu ve Köprülü gibi büyük başarılara erişemiyorsunuz."
Osmanlı tarihinde bunun çok çeşitli misallerini görmek mümkündür. 1683'te Viyana Kuşatması'ndan önce gerçekleşen harp meclislerinde, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa ile anlaşamamıştı. Viyana kuşatmasının başarısız olduğunu gören İbrahim Paşa da bozgun kesinleşince askerlerini alarak geri çekilmişti. Bu hareketinden dolayı Merzifonlu tarafından idam ettirilmek istenen İbrahim Paşa, kendisini idam edenlere "Padişaha söyleyin ben haksız yere idam ediliyorum. Ama devleti içine düştüğü zaaftan kurtaracak yine veziriazamdır. Veziriazamı azletmesin" demiştir. Ölüme giderken dahi devleti düşünen bu anlayış hiç şüphesiz Osmanlı devlet mantığının en çarpıcı örneklerinden biridir. Devletin, milletin geleceğinin teminatı olduğunun farkında olan bürokratlar büyük devlet olmanın verdiği anlayışla şahsi ikballer yerine "fenâ fi'd-devle" olmayı tercih etmişlerdir.
Devlet adamları bu anlayışları sebebiyle kendilerine düşman olan kişileri bile devlete lazımsa korumuşlardı. Tarihçi Naima bu konuda Kuyucu Murad Paşa ile Nasuh Paşa arasında geçen ilginç bir hadiseyi şöyle anlatır: Sadrazam Murad Paşa serdar olup Tebriz tarafına gittiği zaman Diyarbekir Valisi Nasuh Paşa merkeze bir dilekçe gönderip "Eğer Murad Paşa azil ve mühür kendine verilirse 40 bin altın nakit ve askere kifayet edecek zahireyi kendi malından ifa eyleye..." dedi. Dilekçe vardığı zaman padişah tarafından bir ulak ile Murad Paşa'ya gönderildi. Murad Paşa hayrete düşerek Nasuh Paşa'yı davet etti. Nasuh Paşa meseleden habersiz olarak geldiği zaman, veziriazam dilekçeyi verip "Bu yazı kimindir bilir misin?" dedi. Nasuh Paşa, cesur ve pervasızca tereddütsüz: "Evet, benimdir" dedi. Murad Paşa "Şimdi taahhüt ettiğin altın ile zahireyi teslim etmen gerekir" diye buyurunca Nasuh Paşa buruk bir şekilde "baş üstüne" deyip teslim etti. Murad Paşa'nın çevresindeki ağalar "Niçin tahammül buyurdunuz? Serdarlar bundan az suç ile adam katlederler. Maslahat budur ki bu münafık hayırsızı öldüresiniz" dediklerinde Murad Paşa insaflı bir şekilde cevap verdi: "Yok, bu herif cesur, namdar, bahadır ve iş bilir devlete gerekli adamdır. Bunu idam ederek ortadan kaldırma Devlet-i Âliyye'ye hizmet değildir. Belki bu tür insanları yerinde bırakma ve terbiyede nice fayda vardır. Bilhassa sadrazamlık makamı vezirlerin haset ettikleri bir makam olup buraya kabiliyeti olan kişileri ortadan kaldırmak münasip değildir".