Ilgıt ılgıt iyimserlik aşılamaya çalışanlara uyalım, "
bardağın dolu yarısını" görmeye çalışalım. Gerçi bardağın yarısı dolu değil, dibinde pek pek bir parmak su var ama...
Bu salgın sayesinde birçok yamyam elini yıkamayı öğrendi. (Acaba Batılılar da kıçlarını yıkamayı öğrenebildiler mi?)
Birçok cahil "
bağışıklık sistemi" gibi kavramlarla tanıştı.
Birçok kütük, virüsün "
göze görünmese bile" çok tehlikeli olduğunu anladı.
Virüsün "
cinsel ilişki kurulacak bir canlı" olmadığını
anlayanlar bile var. Eşek değilmiş yani.
Bu arada bendeniz de Çin'de Wuhan diye bir kent olduğunu öğrendim, daha önce hiç duymamıştım. Doğu Perinçek kadar bilemezdim ki...
Milyonlarca vatandaş da hayatında ilk defa "
Mustafa Kutlu" ve "
Tolstoy" isimlerini duydu.
"
Yenir mi yenmez mi" diye sormayacaklar, bunların Recep İvedik'in deyimiyle "
okumalık" olduğunu bilecekler.
Elbette okumayacaklar ama adını duymuş olmaları bile toplum açısından kazançtır.
***
Eskiden aydınlar arasında bayağı ciddiye alınan abes bir tartışma vardı: "
Tolstoy mu, Dostoyevski mi?"... İlle birinden birini tutacaktın.
Bizde hiç tanınmasa da dünyaca ünlü edebiyat tarihçisi ve eleştirmeni George Steiner altmışlı yıllarda bu tartışmaya son noktayı koydu ve lafı bitirdi: "
Birini de severim ötekini de... Tercih yapmaya mecbur muyum?"
Sağlık bakanımız Tolstoy'u "
kalın" olduğu için önermiş olabilir mi? Halkımızın okuma temposu gözönüne alındığında, "
Savaş ve Barış"ın dört cildini devirene kadar salgın geçebilir... Olmadı, bu sefer dönüp "
Anna Karenina"ya dalınabilir...
Aydınlar belki Anna Karenina karakteriyle Emma Bovary'yi karşılaştırıp inziva günlerinde kendilerine meşgale ve eğlence uydurabilirler...
Halk da hiç olmazsa Woody Allen'in deyimiyle "
olayların Rusya'da geçtiğini" söyleyebilir...
Ama Tolstoy'u "
okuyacak kapasitesi olan" hemen herkes zaten okumuştur.
Olmayan da filmlerini görmüştür.
Ara bakalım nerede bulacaksın da, Nataşa'yı Audrey Hepburn mu daha iyi oynuyor yoksa Lyudmila Savelyeva mı, Pierre Bezuhov'da Henry Fonda mı daha başarılı yoksa Sergey Bondarçuk mu, karşılaştırasın...
Sattığı malın yüzde doksanı moloz olan Netflix'te yok. Bana "
bu kadar DVD'yi ne yapacaksın" diye soranlar şimdi evlerinde dört dönerken "
nasıl vakit geçirsek" diye kıvranıyorlar.
Üstelik bu Nataşa senin aklına gelen Nataşa değil... Yirmi yıl önce Petersburg'da kaldığımız otelde adı Nataşa olan bir resepsiyon görevlisi vardı... Türk olduğumuzu görünce "
Antalya çok güzelmiş diyorlar, gideyim mi, tavsiye eder misiniz" diye sormuştu...
"
Bu isimle sakın gitme" dedik.
***
Rus komünistleri Tolstoy'u çok severler, Dostoyevski'den nefret ederlerdi. Çünkü ne mal olduklarını özellikle "
Ecinniler" romanında ortaya koymuştu, hem de yıllar öncesinden.
Yasaklamanın en "
şık" yöntemini buldular, yeni baskılarını yapmadılar.
Yalnız o mu? 1977 yılında Bulgaristan'daydım, Varna'da bir kitapçıya girdim, gerekirse ceketimi satıp Nazım Hikmet'in bütün eserlerinin o ünlü "
Sofya baskısını" alacaktım...
Tezgahtar Türk'tü. "
Nazım mı" dedi, "
mevcudu yok ki! Kaç senedir basmadılar!" İçimden yuh demiştim.
Ne mutlu, gençliğinde "
vakitlice" Doğu Bloku'nu gezmiş görmüş olana.
1967 yılında gene Bulgaristan'dan geçiyordum, Bulgar işçi sınıfı Türk işçi sınıfından çok çok daha kötü durumdaydı!
Bu acı gerçek beni bir örgüte yazılıp erken ölmekten korudu.