Bendenizin Ramses'le yüz yüze görüşmüşlüğü vardır efendim.
Yüce Ramses ha, boru değil.
Bir gazeteci grubuyla Kahire'deydik... Beş yıldızlı otelin soğuk suyu akmıyordu, öğüre öğüre sıcak suyla dişlerimi fırçaladım, kahvaltı salonuna indim...
Gece hayatından kendilerini alamadıkları için arkadaşların hiçbiri henüz ortalıkta yoktu.
Birşeyler yedim, kendimi dışarı attım.
Bir süre Nil kıyısında ve ünlü Tahrir Meydanı'nda dolandım, yürüye yürüye Mısır Müzesi'ne geldim. Yakındı.
Arkadaşları beklemeye niyetim yoktu, çünkü ben Büyük Piramid'in dibinde heyecanlanırken onlar arkalarını dönüp turistleri deveye bindiren Bedevi'yle ilgilenmeyi tercih etmişlerdi...
Mısır Müzesi'nin kapısındaki polis memuru üzerimde bıçak olup olmadığını sordu.
"
La!... La!... Vallahi!" dedim, biletimi aldım.
Müzenin önündeki havuzda, hayatımda ilk defa gördüğüm ve bir daha da göremeyeceğim bir çiçek beni bekliyordu: Mavi nilüfer!
Müzede başım döndü. Kitaplarda okuduğum, resmini gördüğüm hemen her şey oradaydı...
Şu ünlü "
garip aleti" de gördüm,
hani ne işe yaradığı
bir türlü anlaşılamamış
motor benzeri
taş yuvarlak...
Bir çamaşır makinesi kasnağının tıpkısının aynısıydı.
Üst kata çıktım, Tutankamon'un mezarında bulunmuş inanılmaz zenginlikleri de gezdikten sonra özel bölüme geldim.
Kapıda biri erkek öteki kadın iki görevli bilet kesiyorlardı, oraya ayrı bir biletle giriliyordu.
Görevlilerden biri polisti galiba, Müslüman Kardeşler örgütünün bir saldırısından çekiniyorlardı (devir Hüsnü Mübarek devri)... İçeride sergilenenlere "
günahtır" diyerek karşı çıkmışlardı.
İçeride cesetler vardı.
Firavun mumyaları... On sekiz kral, dört kraliçe...
Hemen başta Ramses.
Tarih dersinde okuduğunuz büyük Ramses.
Güneş tanrısı Ra'nın oğlu... (Eski Mısır dilinde "'
mose", "oğlu" demek...
Ramose, Ra'nın oğlu... Tutmosis yani aslında Tothmose, Toth'un oğlu...)
Kahire'nin Kıpti mahallesinde rastlanabilecek tiplerden biriydi: Kanca burun, çökmüş avurtlar, koyu esmer renk...
Saçlarının bir kısmı duruyordu. Tırnakları uzamıştı. Elleri, el öptüren herhangi bir yaşlı amcanın elleri gibi buruş buruştu.
Bir cam fanusun içindeydi.
Onunla şöyle on-on beş santimetre uzaklıktan uzun süre bakıştık.
"
Yaa" dedim içimden, "
dünyayı da titretsen sonunda varacağın yer bu işte..."
Konuşabilseydi, herhalde "
gülme oğlum, senin de başına gelecek"
derdi.
Döndüm otele geldim, arkadaşlar mahmurdu, yaşadıklarımı anlattım.
"
Vaaay, çok ilginç..." falan demelerini beklersiniz, değil mi?
"
Enayi misin, niçin cebinden para harcıyorsun?" dediler.
Bilet ücreti beş Mısır lirasıydı, o tarihte bir dolar, bugün otuz sent.
***
İmdi... Ben bu yazıyı niçin yazdım?
Firavunları taşımışlar. Giza'daki yeni müzeye nakletmişler, on milyon liraya patlamış. Müze 18 Nisan'da açılacakmış.
Bu nedenle mi?
Hayır. Havamız değişsin diye.