Mahallemizde bir adam vardı. Saçı, sakalına karışmış, dağınık. Kendini salıvermiş yani. Bütün mahalleli tanır. Adını bilmiyorum. Kimsenin de bildiğini sanmıyorum. Her gün yaklaşık saat 11.00'de bizim yokuştan aşağı doğru yürürdü. Ana caddeden iner, bütün semti dolaşır, sonra geldiği yere dönerdi.
Bu kişiyi garip kılan ise her gün bu yürüyüşü esnasında elinde tuttuğu kırmızı güldü. Taze gül. Bir yerlerden bulup buluşturuyordu belki. Ya da çiçekçiler eline tutuşturuyordu. Güllere hüzünle baktığında dayanamayıp gül veriyorlardı. Her gün başka bir gül. Yürürken başını arkaya doğru nazikçe sarkıtıyor, gülü incitmemecesine parmaklarının arasında kaydırıp derin derin kokluyordu. Öylesine arkaya sarkıtıyor ki başını, düştü düşecek diye korkuyorsunuz.
O gülü koklamıyor, belki öpüyordu. İkisi karışık işte. Özlemini, sevgisini gülle gideriyordu. Hafif kamburumsu endamı, zayıf ve yılgın vücuduyla aşağıya doğru yürüyüşüne böyle devam ediyordu. Gözden kayboluncaya kadar böyle gülü koklaya koklaya yürüyordu. Kimseyle konuşmuyordu. Kimseyle ilgisi de yoktu zaten. Tanımayanların garip garip bakışına zaten aldırmıyordu.
Kimdi bu gülü seven, gülü koklayan adam? Tam bilmiyorum. Söylendiğine göre sevdiğine gül götürürken kavuşamadan onu kaybetti. Gül elinde kaldı, veremedi. Uzatamadı sevdiğine. Sonra hep elinde gülle dolaştı. Başka hikâyeler de anlatıyorlardı. Kısacası, hikâyesini öğrenemedik bu gül koklayan adamın. O her gün kaybettiğini aradı. Belki sevdiğinin kokusunu gülde buldu. Belki nazenin, zarif, gül endamlı sevdiğini o güle benzetti. Belli ki, dünya umurunda değildi.
Sonra gül koklayan adam kayboldu. Her gün pencereden onu bekledik. Bir daha hiç gelmedi. Merak edip esnafa sordum, "Ne oldu?" diye. Öldüğünü söylediler. Bilemiyorum, belki de ölmüştür. Ama silueti caddeye hep baktığımda gözümde canlanıyor. "Sevdiğini arayan adam." Niçin yazdım bu gül koklayan adamı? O gülü veremeden kaybettiği sevdiği tıpkı Leyla gibiydi. O da Mecnun. Ona kavuşamadan hep onun hasretiyle yandı. Aradı taradı, hüzünle doldu. Belki bulsaydı bu derin aşkı yaşamayacaktı.
'LEYLA'DAN GELDİM ONA GİDİYORUM'
Mecnun, Leyla'ya âşık olur. Bu aşkla Mecnun (deli) olur. İnsanlardan kaçar. Dağlara, tepelere kendini kapatır. Çöllerde hayvanlarla yaşamaya başlar. Halkı duymaz olur. İlgilenmez de. Bir gün Mecnun'a sorarlar, "Sen kimsin?" diye. Cevap verir: "Ben Leyla'yım." "Nereden geldin?" diye sorarlar. "Leyla'dan" der. Yine sorarlar: "Ya nereye gidiyorsun?" "Leyla'ya" der.
DÜNYEVİ VUSLATLAR KALICI DEĞİLDİR
Sevdiğinde fani olmak, "Allah'ta fani olmaya, Allah'tan gayrisinden firkata (ayrılığa) götürüyorsa bu fani oluş, baki olmaya götürür". Dünyevi vuslatlar geçicidir. Ahiret vuslatı kalıcıdır. Özlediğinize ulaşırsınız ama bu ulaşma ebedi değildir. Kısacası, Allah'a sizi götüren sevdalar güzeldir.
Allah'tan gayrisine dayanırsanız, dayanağınız bir gün mutlaka dağılır gider. Gül koklayan adamlar, Leyla'yı arayan Mecnun'lar sevdiklerine ulaşmış olsalardı, sonsuz bir vuslat yaşarlar mıydı sizce? Sözün sonu en doğru sözdür. Kur'an'ın sözüdür. Dikkat edin, kalpler ancak zikirle yatışır.
***
DİN, YANLIŞA ONAY VERMEZ
Din evrensel kurallar koyar ve korunması şart olan, toplumları ahlakta odak noktaya taşıyacak bütün erdemleri de sıralar: Din insanı sadece cennet özlemi veya cehennem korkusuyla sarmalamaz. Onun için her türlü haksızlık, zulüm, adaletsizlik, suiistimal, arsızlık yasaklanmıştır. Siz yanlış bir şeye dinin onay verdiğini hiç gördünüz mü? Herhangi bir dinin mensubu nefsine esir düşüp kötü olana olur verebilir, ama din asla olur vermez. Kutsal kitaplar, metinler ve nihayetinde peygamberler ile ilim sahipleri, insanları fıtri yaradılışa döndürmeye çabaladılar. Üzüldüğümüz bir nokta da şudur: Toplumun bir kesiminde içeriği ve anlamını dahi bilmeden hadis ve sünnete karşı bilinçsizce bir düşmanlığın geliştiğini hayretle görüyoruz. Hadis ve sünnet denince Kur'an deyimiyle, "aslanı gören zebra gibi kaçışanlar" (Müddessir/50) var. Acaba bunlar sünnetten ne anlıyorlar. Sanki sünnet-hadisler onlara "Yalan söyleyin" demiş, "Zulmedin" demiş. Dilerim bu insanlar herhangi bir hadis kitabını ellerine alıp akılla, önyargısız bir şekilde okurlar.
***
ALLAH'I BİLMEK
Ruhlar âleminde henüz vücutlarımız olmadan ruhlarımıza yüce Allah şu soruyu sordu: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (Araf/173), Ruhlar da, "Evet, sen bizim Rabbimizsin" dediler. Dikkat ederseniz yüce Allah, "Ben kimim?" diye sormadı. İnsanı bunun cevabının ağır yükünden kurtardı. İnsanoğlu, idrakin ihata edemeyeceği Rabb'i tarifte zorlanırdı. Onun için "Rabbiniz değil miyim?" diyerek kendisinden gayri yolları kapattı. İnsanoğlu orada şaşırmadı. Ama ne yazık ki varlık âlemine gelince şaştı, inkâr etti. Kur'an'ın dediği gibi: "İnsan Rabb'ine karşı nankördür" (Adiyat/6). Rabb'ini bilmeyen, nefsinin ve egosunun ürettiği sahte ilahlara kapılır. Hayatını inkâra adar. Bir gün inkâr ettiğiyle baş başa kalır. O gün "keşke" der, ama faydası olmaz. Nefsinin hevasına kapılan insanı Kur'an şöyle tanımlıyor: "Yanlış yapan, nefsinin ve egosunun peşine takılan insan nankördür (Adiyat/6); zalimdir (İbrahim/34); çok zalim ve cahildir (Ahzab/72); acelecidir (İsra/11); cimridir (Mearic/19)".
Bir ayet
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Kur'an'la düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?" (Muhammed/24)
***
BÜYÜK GÜNAHLAR NELERDİR?
Büyük günahların sayısı hakkında bir rakam söylemek zordur. Bunların sayısını yüzlerle ifade eden âlimler olmuştur. Bu konuda Kur'an ayetleri ile sahih hadisler esas kaynağı oluşturmaktadır. Örnek olarak şu hadisi verebiliriz: "Kişiyi helak eden yedi büyük günahtan sakının. Bu günahlar; Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, bir insanı haksızca öldürmek, tefecilik yapmak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, günahsız mümine, bir kadına zina iftirası atmak." (Buhari, hd. 2767, Müslim, hd. 89)
Ezandan sonra okunan vesile duası varmış. Bunun anlamını verebilir misiniz?
Ezandan sonra okunan vesile duasının anlamı şöyledir: "Ey şu mükemmel ezanın ve kılınmak için hazırlığı yapılan namazın Rabb'i olan Allah'ım. Peygamber'e (SAV) vesile makamını ve fazileti ver. Ona söz verdiğin ahiretteki övülmüş makamı nasip et ki bana şefaati mümkün olsun. Çünkü sen sözünden caymazsın." Bu duayı okumak sünnettir. Bu hadis, Kütübi Sitte'de yer alır.
Ehl-i kitap kavramının içine kimler girer?
Hanefi fakihlere göre, yüce Allah tarafından indirilmiş olan, yani semavi kaynağa dayanan bir kitaba iman edenlere ehl-i kitap (kitap ehli) denir. Hz. İbrahim (AS) ve Hz. Şit'in (AS) sahifeleri, Hz. Davud' un Zebur'u, Hz. İsa'nın (AS) İncil'i gibi. İbni Abidin'in tasnifi böyledir. Ancak Hanbeli, Şafii, Maliki âlimlerine göre ehl-i kitap olması için Tevrat veya İncil'e inanmış olması şartı vardır. Bilindiği gibi ehl-i kitabın kadınlarıyla evlilik caiz olduğu gibi kestikleri hayvanın eti de yenir. Değişmiş olsa da kitap ehli ile hiçbir kutsala inanmayan insan arasında çok fark vardır.
Kıyametten önce "herc" olacak deniyor. Herc ne demektir?
Bazı hadislerde geçen "herc", fitne, kaos ve karışıklık demektir. Peygamberimiz (SAV), "Kıyamete yakın herc olacak" buyuruyor. Yanındakiler "Herc nedir ya Resulullah" (SAV) diye sorar. Peygamberimiz (SAV) "Cinayet" diye nitelendirir. Yani kıyamet öncesi bu olaylar çoğalır. "Bazınız bazınızı öldürecek. Hatta adam komşusunu, amcasının oğlunu ve akrabasını öldürecek" buyurur. Sahabe "Aklımız başımızda olacak mı o gün" diye sorar. Peygamberimiz (SAV), "İnsanların çoğunun aklı başından alınacak" diye cevap verir (İbni Mace, hd. 3959).
Her tövbe Allah tarafından kabul görür mü?
İçten ve gönül huzuruyla yapılan her tövbenin Allah katında kabul görüleceğine inanılır. Elbette tövbenin kabul olması için bazı şartlar vardır. İşlenen günah Allah'ın haklarını çiğnemek şeklinde olmuşsa tövbe için üç şart gerekir. Günahtan tam sıyrılacak, işlediklerine tam pişman olacak ve bir daha o günaha dönmeyeceğine karar verecek. İşlenen günah kul haklarına aitse buna dördüncü bir şart eklenir. O da hakkı gasp edilen kişiye hakkı geri verilir.