Hep mi böyleydi, yoksa pandemiden bu yana ben daha çok maç izler oldum da, ondan mı bu karara vardım bilemiyorum...
Ama artık
"Türk futbolu" deyince aklıma
"İstikrarsızlık" geliyor.. Yani maçları maçlarına, hatta ayni maçta anları anlarına uymuyor, futbolun içinde olanların...
Takımları öyle... Bireysel olarak futbolcuları öyle... Kenardaki teknik adamları öyle... Yöneten hakemleri, hatta anlatan spikerleri öyle... Ve de hatta ekranlarda, ya da spor sayfalarında yorumlayanları öyle... Hatta biz seyircileri de öyle...
Dün gece, yani bana göre dün, perşembe gecesi iki en popüler, iki büyük takımımız, Fenerbahçe ve Galatasaray'ı Avrupa maçlarında izledik...
Fenerbahçe sezonun en kötü maçını çıkardı.. Olabilir. Futbolda da, yaptığınız her işte de, form diye bir şey vardır, her zaman ayni düzeyi tutamazsınız. İnişler çıkışlar olur..
Ama bakın, geçen hafta sonu Türk medyası ittifak etmişti ki, Fenerbahçe
Szalai ve Kim ile ideal iki stoperini bulmuş, bu ikili kalenin adeta surları olmuşlardı.
Olympiakos önünde, ilk golü
"Alın da atın" diye Szalai hediye etti. Kim de benim kaydettiğim üç fahiş hata yaptı. Yunanlılar onları atamadı ama gene de maçı hem de Kadıköy'de 3-0 kazandılar. Ötesine sözüm yok... Ali Koç'un önüne geleni alarak yaptığı 52 transfer içinde mesela bir Galatasaraylı olarak
"Ah bu bizde olsaydı" dediğim tek kişi yok..
Ama Fatih Terim'in son yıllardaki haline bakıp
"Keşke Vitor Pereira bizde olsaydı" diyordum içimden. Dışımdan da, size de adını koyarak yansıtmaya hazırlanıyordum...
"Vitor Pereira bugün Türkiye'deki en iyi teknik direktördür."
Adam Türkiye'ye günü idare etmeye değil, kafasındaki futbolu oynatmaya gelmişti. Günümüzde dünyadaki hemen bütün büyük takımlarının oynadığı, hücum futboluna yönelik "3'lü Savunma" yı yani...
Geldiğinden beri ilkeli olarak oyun değil, oyuncu değiştirdi. Ali Koç'un saçma kalabalığı arasında kimlerin nerede en iyi olacağını araştırdı bir...
Bir yandan Süper Lig ve Avrupa maçları devam ettiğinden, rakiplerini analiz ederek, o maçta kimlerin daha yararlı olacağını araştırdı, maç 11'lerini ona göre belirledi, iki... Daha ne olsun?..
Ama
Olympiakos maçında o Pereira yoktu sanki... Ne rakip analiz edilmişti, ne de
Kadıköy'deki maç için en etkili ekip belirlenmişti.
"Olabilir" diyelim... Ama hatalar beş değişiklik hakkı ile oyunu izlerken bir oranda düzeltilmez mi?.. Bu değişiklikler en hızlı yapılmaz mı?..
Fener 1-0 mağlupken, bir türlü beraberlik golünü atamazken ve Yunanlılar tersine hızlı kontrataklarla gol pozisyonuna girerken, ekranda iki Fenerlinin saha kenarına geldiklerini spiker söyledi, biz de gördük... Ama Pereiara onları oyuna sokana dek, Fener 2 gol daha yedi ve 3-0 yenik duruma düştü.
1-0 ile 3-0 arasında dağlar kadar fark ve maçın bitimine de artık 20 dakika var.
1-0'a göre düşünülen müdahale, 3-0 için değiştirilmez mi, eğer amaç kendi sahanda hiç değilse 1 puanı koparmaksa...
Pereira iki gol daha yiyene dek beklettiği değişikliği gene aynen yaptı...
..ve çok şanslıydı ki, maç, beşe, altıya gitmedi...
***
İlk yarı sona ererken, "Fatih Terim nihayet eski Fatih Terim olma yolunda... Galatasaray en iyi maçını oynadı" diye düşünüyordum. Tıpkı 2000 yılının UEFA Şampiyonu Galatasaray'ı andırıyordu.
Oysa hele bu yıl, topu kaptırdıkları zaman, aptalca kendi yarı sahalarının ortalarına kadar çekilip, rakibin şut mesafesine babasının tarlasında gibi gelmesine izin veriyorlar, topu kaptıklarında ise, İki stoper/ Muslera üçgeninde futbolu öldüren yan ve geri paslarla vakit geçiriyor, hızlı hücum yapmadıklarından pozisyon da bulamıyorlardı. Son beş Süper Lig maçında 2 yenilgi 2 beraberlik almışlardı. Öyle berbat...
Oysa bu Galatasaray, hem de çılgın seyircili Marsilya önünde hücum pres yapıyor, kaptığı topla hızlı çıkıyor, top onlardayken, o aptalca hat savunması için geriye koşmuyor, basketbolün "Zona yakın floating man to man / Alan savunmasına yakın, adam adama" oyununu hatırlatan çağdaş oyuna geçiyor, hem alanı iyi parselliyor, hem de rakip hücum adamlarını kontrol ediyorlardı.
Bu oyun, Galatasaray'ın gol yemesini güçleştirirken, önemli gol fırsatları yakalamasına da yol açıyordu.
Ama ikinci yarı başladığında gördük ki, 2000'in Fatih Terim'i gene yok olmuş ve 2020'lerin korkak, hedefi gol atmak değil yememek olan, vakit öldürmek için her şeyi yaparak aslında futbolu öldüren Fatih'i geri dönmüştü.
Kenarda da gene maçı okuyamayan, oyuncu değişikliklerini gerektiği gibi değil, kafasındaki özellikle "Yabancı hayranlığı, yerli nefreti takıntısı"na göre yapan Fatih vardı...
Takım tümüyle kendi 18'ine yığılmış oynarken, o intihar hamlesini nasıl izah edersiniz?..
"Tek amacı gol yememek" olan o iğrenç futbola razı olmuşken, takıma Babel ve Lyundama'yı almak tam intihar hamlesi değil mi, Sevgili okurlar...
Fatih'in yeni Belhanda'sı, aslında güya satış listesine konan ama müşteri bulamayan Babel, her maç, hem de kurtarıcı olarak oyuna giriyor, iyi mi?.. Bu maçta da Marsilya'yı kurtaracak feci hatalar yaptı...
..ve takımın en sakar savunma oyuncusu Lyundama?.. O da güya satılacaktı...
Oysa, amaç maçı 0-0'la bitirmek ise hele, maçı ve elindeki kadroyu iyi okuyan ve iyi değerlendiren bir alt yapı hocası bile, Babel'i değil, tam da o yerin ve o dakikaların adamı Ömer'i, Lyundama'nın yerine de, bu yılın bence en iyi transferi Alpaslan'ı alırdı. Tabii daha önce de, ilk hedef 0-0'ı koruma olunca, Halil'in yerine dengesiz, ne yapacağı belli olmayan Diagne yerine Mohamed'i almak gibi...
Ama dedim ya... Türk futbolunun bu yıl temel tarif sözcüğü "İstikrarsızlık..."
Fatih Terim, ayni maçta istikrarlı olamadı.
Birinci devre, 2000 Yılı UEFA Şampiyonu İmparator!..
İkinci devre, o imparatorun gölgesi bile olamayan bir kompleksli emekli!..
Var mı, futbolumuzda "İstikrar?."
***
Ünal Özüak//KİTAP
BAMBAŞKADIR MONŞERLERİN DÜNYASI...
Bizim Kadıköy Maarif Koleji'nde (KMK) Robert Kolej'de olduğu gibi kral ve kraliçe seçilmezdi. Bütün zamanlara geçerli olan olmak üzere bir istisna yapıldı ve futbol takımının müthiş teknik oyuncusu Uğur Ergun okurken Kral lakabını aldı. Daha sonra da, benim bildiğim kadarıyla, forması okul kapısına asıldı ve kimse Kral olamadı.
Güneri Cıvaoğlu'nun bir köşe yazısından öğrendiğimiz kadar Mülkiye' de de lakabını "King Uğur" olarak sürdürmüş... Şimdilerde Kadıköy Maarif Koleji'nin fahri Galata Büyük Elçiliğini keyifle sürdürmekte olan emekli büyükelçi Uğur Ergun uzun zamandır Mehmet Öğütçü ile birlikte üzerinde çalıştıkları, 488 sayfa tekmili birden buram buram diplomasi kokan 'Bir Başkadır Diplomatların Dünyası' kitabını Destek Yayınları'ndan çıkardılar.
Girişe alıntıladıkları 'Eğer bir hikayeyi anlatıyorsan, ondan hâlâ kurtulamamışsın demektir' Paulo Coelho deyişinde olduğu gibi iki kafadar sürdürebilir diplomatlık (ki biz ona monşerlik deriz) hayatlarında başlarından geçenleri iki ayrı kısımda teker teker hikaye etmişler.
Seksen küsur hikayenin her birinde döneminin bir bilinmeyenini en esprili haliyle sergilenmişler.
Hani derler ya ben lafa değil lafı söyleyene bakarım...
Bu hikâyelerin tamamının doğruluğu, farklı liglerde oynadıklarını okura yansıtarak ezmeyen, özgüvenleri tavan yapmış bu çok renkli, geniş vizyonlu adamların kalemiyle teminatlandırılmış. Mizah anlayışları en karamsar konudan bile gülümseyerek çıkmanızı sağlıyorlar.
O kadar ki bizim ünlü sinema adamımız Eriş Akman'a göre birkaç tane trajikomik film senaryosu çıkar bunlardan...
Yolu KMK'dan geçmiş Mazhar Alanson şarkısına uyarlarsak "Siz neymişsiniz be ağabeyler" dedirten bir kitap bu...
(Destek Yayınları / www.destekdukkan.com )
***
DİKKAT!..
İnsanların en dikkatsiz oldukları şey, ezber bildikleri konularda olur. Hemen her gün ayni şeyi yapıyorlarsa, bakmazlar bile...
Dün "Dünya Gülümseme Günü" idi. Ben de özel bir sayfa yaptım.
Her köşemde yer alan "Sevdiğim Laflar"a bu defa, bir tek değil, Gülümsemek üzerine edilmiş bir yığın laf yazdım. "Sevdiğim Laflar" başlığının önüne de bir "En" koydum. "En Sevdiğim Laflar" oldu.
Dün sabah gazeteyi açtım.. Başlık gene "Sevdiğim Laflar"
Aslında editöre bir not yazmak ve başlık değişikliğine dikkat çekmek aklımdan geçmişti, ama yapmadım. Bir yerde, arkadaşların ne kadar dikkatli olacaklarını da test edecektim böylece...
Hele bu pandemi döneminde, çoğu evde ve çok zor koşullarda çalışarak bu gazeteyi, bu sayfayı hazırlayanlara binlerce teşekkür borçluyum... Kaç defa benim yanlışlarımı uyararak düzelttiler, bilemezsiniz.
Ama bu gazetenin en kıdemlisi olmanın şımarıklığı ve gazeteler artık düzeltmen kullanmaz olduklarından, 82 yaşındaki bu ihtiyarın yazılarını özel özenle okumaları isteği içinde bu satırları kaleme aldım işte...
Onlar için de yaşam felsefesi olur.
En çok dikkati, en iyi bildiğinize inandığınız konularda gösterin, gençler!..
Ne demiş eskiler?..
"Çok bilen, çok yanılır!."
***
TEBESSÜM
Kraliçe, ülkesini ziyaret eden Papa'yı, sarayın o ünlü ve şatafatlı atlı arabaları ile bir Londra gezisine çıkarmıştı. Atlardan biri aniden gaz çıkarınca kraliçe hemen özür diledi...
"Aman Tanrım!. Çok çok affedersiniz!.."
"Üzülmeyin" diye cevap verdi Papa.. "Eğer bir şey söylemeseydiniz, atlardan biri yaptı sanacaktım!.."
***
SEVDİĞİM LAFLAR
Yalnızlığı sevin. Bu size meraklı olmak, gerçeği aramak için vakit kazandırır. Merak ilahidir. Hayatınızı yaşanmaya değer yapar.
Albert Einstein