Kadınların değil, Türkiye’nin...
Şu aralar kadın ve siyaset konusuyla ilgili bir çalışma var elimde. Daha doğrusu modernleşme, kamusal alanın genişlemesi, bunun siyasallaşmaya etkileri ve kadınların bu konuda oynadıkları roldür üstünde düşündüğüm konu. Tersinden söylersem, kadınların dahil olmadığı, etkinleşmediği bir durumda ne kamusal alan kendisine ait nitelikleri kazanıyor ne de siyasallaşma belli bir düzeye erişebiliyor.
1934'ün önemi burada, bize gerçek niteliğine uygun bir kamusal alan ve ondan daha önemlisi, gerçek manada bir siyasallaşma imkânı kazandırdı.
Hatta çok tekrar edilen ama yeterince önemsenmeyen bir husus var. Kadınların seçme ve seçilme olanağı Türkiye'de, birçok önemli, gelişmiş Batı ülkesine nazaran çok daha erken elde edildi.
Bu hakkı geciktiren ülkeler arasında bilhassa Fransa beni şaşırtır. 1789 Devrimi'ne rağmen kadınların ilk defa seçime 1945'te katılmasına ne diyeyim?
Birincisi, kadınların da oy vermesi 'genel oy' ilkesi adına önemlidir. Genel oy bizde ilk defa tek dereceli seçimlerle 1950'de teşekkül etmiştir. 1934 kazanımı sınırlıdır.
Çünkü henüz ne tek dereceli seçim vardır ortada ne de genel oy. Hak mevcuttur ama kullanılmamaktadır. Dolayısıyla ilk bakışta kâğıt üzerinde bir yetkidir bu.
Gene de çok önemlidir. 'Transfer yoluyla hukuk' bizim Tanzimat'tan beri kullandığımız ana yöntemdir. Ben onu biraz genişleterek 'transfer yoluyla modernleşme' diye düzeltiyorum. Kadınların kazandığı hak bu modernleşmenin bir adımıdır.
Ama o kadar değildir. Çünkü 1925 Takriri Sükûn Kanunu çıkmadan ve düzen otokratlaşmaya, otoriterleşmeye gitmeden önce, 1908'in hemen sonrasında (ki, bizim asıl modernleşmemizin nüvesi o dönemdir) çok canlı bir kadın hareketi vardır.
Elimde bazı sayılarını dikkatle sakladığım o döneme ait kadın dergileri bu dinamizmi olanca canlılığıyla sergiler. Üstelik söz konusu hareket ve dirilik sadece basit ve soyut bir feminizmi değil, açık açık sosyalist feminizmi vurgular. Bu konu yeterince incelenmiştir.
Bu bakımdan diyebilirim ki, 1908 hareketi devam etseydi bu hak kazanılacaktı.
Şimdi bu gelişmenin bam teline dokunayım.
O da 1950 seçimleridir. Eğer kadınların oy hakkı bulunmasaydı 1950'deki iktidar değişimi bu derecede hızlı ve güçlü olamayacaktı. Hatta bu derecede sancısız da olmayacaktı. Çünkü öteden beri bildiğim bir şey vardır: bir kişiyi veya bir meseleyi bir toplumda kadınlar savunursa o kişinin ve meselenin sırtı yere gelmez.
Bugün elbette 1934'ün ilerisindeyiz. Oy hakkı artık perçinlenmiştir. Hatta kadın siyasallaşmasının son dönemde gayet güçlü bir hamle yaptığı ve Akparti başarısının geniş ölçüde bu hamleye bağlı olduğu da açık.
Ama kadın hakları açısından bakınca kazanımların aynı düzeyde olduğunu söylemek çok zor. Kadına dönük şiddetten, çocuk evliliklerine, gelir eşitsizliğinden eğitim haklarına ve imkân(sızlık)larına, toplumsal eşitsizlikten, ikincilleştirmeden kimlik sorunlarına kadar çok yaygın bir alanda bu kısıtlamalar yaşanıyor, birer gerçek. Ancak bu yetersizlikler giderildiğinde Türkiye gerçekten demokrat, güçlü, gelişmiş, zinde bir toplum olacaktır.
Bunlar kadınların değil, Türkiye'nin darboğazlarıdır.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- ‘Sondan bir önceki’ yazı... (01.09.2017)
- Kasketten atlete... (30.08.2017)
- ‘Sol’dan ‘sos’a: Bir ayrışma ihtiyacı (28.08.2017)
- Türkiye’de Macron olmak... (25.08.2017)
- Kılıçdaroğlu aday olmazsa... (23.08.2017)
- Türkiye Avrupa’nın ortasında... (21.08.2017)
- Sıradan faşizm ve radikalizm ihtiyacı... (18.08.2017)
- Gecikmiş ırkçılık hayreti... (16.08.2017)
- Üniversite yerleştirmeleri üstüne... (14.08.2017)
- Bir tatil sonrası düşünceleri... (11.08.2017)