Normalleşme tartışmalarının sığ ve gerçek dışı zemini
Eğer bu 10 yıllık dönemi bir savaş olarak değerlendirecek olursanız bu sürecin sonunda Türkiye'nin ayakta kalarak, hatta bunlardan alan kazanarak çıktığını söyleyebilirsiniz. Şimdi de bunları birer barış anlaşmasıyla taçlandırıyor. Gerekirse yine kavga eder, yine el sıkışır. Zaten savaşlar barış için, barışlar da savaşa hazırlık için yapılır.
Türkiye'nin son dönemde birçok ülkeyle imza attığı normalleşme adımlarının bu çerçevede değerlendirilmesinin doğru olacağı kanaatindeyim. Bu gerçeği göz ardı edenler, Türkiye'nin bu normalleşme süreçlerini son derece yanlış değerlendirmelere tabi tutuyor. Mesela Mısır'la el sıkışmak veya diğer bölge ülkeleriyle uzlaşıya varmak o kadar zayıf tezler ve yanlış mantıklarla ele alınıyor ki, insanın isyan edesi geliyor. "Daha önce çok ağır laflar ettiğimiz bir ülke veya liderle neden şimdi anlaşıyoruz" gibi oldukça anlamsız laflar söyleniyor.
Halbuki savaş gibi her gerilim de bir uzlaşıyla sonlanır. Gerilim esnasında "Daha az gerilelim" diyemezsiniz, demezsiniz. Kavgada yumruk sayılmaz. Savaşlarda insanlar birbirlerinin gırtlağını sıkar ama kimse sonra "Neden barış anlaşması imzaladık?" diye saçma sapan konuşmaz. Ama maalesef ülkemizde birkaç gerçek dışı basitleştirme üzerinden sığ ve sloganik değerlendirmeler âdet haline geldiğinden çok kimse konuya dair ezberden konuşmayı alışkanlık haline getirdi.
DOSTLUK VE DÜŞMANLIKLAR
Bunlardan biri de "her ülkeyle dost olmak" gibi sunulan sınırsız bir işbirliği modeli. En sloganik halini "sıfır sorun" hikâyesinde görmüştük. Sanki iyi bir dış politika kurgusu tüm ülkelerle iyi ilişkileri gerektiriyormuş gibi tuhaf bir indirgemecilik. Herkesle öpüşüp barışmak vaaz ediliyor.
Halbuki böylesi bir dış politika ne gerçekçidir ne de faydalı. Gereksiz düşmanlıklar sorun olduğu gibi gereksiz dostluklar da uluslararası ilişkiler açısından sorunludur. Temel bir dış politika prensibidir: Devletinizi gereksiz ortaklıklara sokmak sizin manevra alanınızı kısıtlar. İttifaklar ancak ortada bir zorunluluk varsa kurulur. Düşmanlıklar da öyle.
Türkiye'nin de her ülke gibi sorun yaşadığı rakipleri tabii ki olacaktır. Eğer kimseyle sorun yaşamıyorsanız ortada ciddi bir sorun var demektir. Kimse sizden rahatsız olmuyorsa sizin kendi duruşunuz da yoktur. Kendi gündeminizi başkalarının gündemine endekslemişsiniz demektir. Halbuki otonom bir dış politika, dostlarının veya düşmanlarının gündemine hapsolmaz. Ebedi dostluk, ebedi düşmanlık da olmaz. Bu nedenle büyük güçlerin büyük rakipleri olur. Büyük başın büyük derdi olur. Eğer büyümek istiyorsanız fincancı katırlarını ürkütmeyi göze alacaksınız.
Bu konuya dair aslında en özlü sözü başbakanlığı döneminde Binali Yıldırım dile getirmişti: "Dostların sayısını artırmak, düşmanların sayısını azaltmak." Ama dikkat edin, düşmanları sıfırlamak gibi gerçek dışı ve sloganik bir tutumdan bahsetmiyoruz. Bu tür sığ yaklaşımlar öylesine zararlıdır ki, dış politika karar yapıcılarının manevra alanını ciddi anlamda daraltır. Sırf dostane ilişkiler sürdürmek adına ülkenin rasyonel hesap yapma şansını zayıflatır. Halbuki bu tür kararlar oldukça stratejik bir mantık üzerine kurgulanmak zorundadır. Kiminle, nerede el sıkışacağınızı veya kavga edeceğinizi değerlendirmek ve belirlemek stratejik düşüncenin temelidir. Romantik, ideolojik, içi boş slogan ve ezberlere kurban edilemeyecek kadar değerlidir.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Koridorun da ötesine geçen bir etkinlik (07.10.2023)
- Terörün farklı yöntemleri (05.10.2023)
- Liberal demokrasiden geriye ne kaldı? (03.10.2023)
- Sivil Anayasa mümkün (02.10.2023)
- Menendez çok da önemli değildi (30.09.2023)
- Zengezur koridoru ve Türk dünyası (28.09.2023)
- CHP’de herkes haklı (26.09.2023)
- Daha adil bir dünya mümkün (25.09.2023)
- Blöf mü, değil mi? (23.09.2023)
- Tesla fabrikası otomobil endüstrisine katkı sağlar (19.09.2023)