Devletin yeni “tehdit algısı” ve yapılan hatalar
Bunun küresel bir yanılsama olduğunu söyleyebiliriz. En temelde bu yanılsamanın iki unsurundan bahsedilebilir. Birincisi, devletin meşru şiddet uygulama tekeli, ikincisi ise devletin kendisinden başka hiçbir gücün toplumu disiplin altına alamayacağına ilişkin kanaati.
Söz konusu yanılsamanın gündelik hayatta farklı yansımaları ile karşılaşırız. Fakat devlet, en çok "tehdit" olarak algıladığı yapı ve aktörlerle mücadele sürecinde sahip olduğu "aşırı özgüven" nedeniyle hata yapar. Bunun da nedeni, devletin "tehdit algısı"nın statikliğidir.
Devletin "tehdit algısı"nın statik oluşu devlet seçkinleri açısından yadsınamayacak bir konforu da beraberinde getirir. Yakın dönem siyasi tarihimizde bunun onlarca örneğini bulabiliriz. 1930'larda formüle edilen "tehdit"lerin uzun dönemde devletin performansına nasıl yansıdığını hatırlayalım yeter.
Oysa ne devlet, ne de tehdit olarak algıladığı yapı ve aktörler tek başlarına birer "durum" olarak değerlendirilebilir. Devletin tehdit olarak algıladığı yapı ve aktörlerin değişim kapasitesinin öngörülememesi, onların süreç olarak kavranamaması beraberinde ciddi riskleri getiriyor.
2000 sonrasında yaşadığımız gelişmeler bize Türkiye'de devletin niçin bir "durum" olarak değil, bir "süreç" olarak kavranması gerektiğini göstermiştir. Yaşanan dönüşümlerle birlikte, devletin "tehdit" algısı da değişmiştir. Bir dönem devletin "tehdit algısı"nı şekillendiren vesayetçi yapılar, daha sonra bizatihi devletin "tehdit" saydığı unsurlardan birine dönüşmüştür.
2011'den itibaren devlet yeni bir "tehdit unsuru" ile karşı karşıya kaldığını düşünmeye başladı. Ve bu düşünce 2014'e gelindiğinde devlet içinde genel bir kabul gördü. Bu yeni tehdidin adı "paralel devlet yapılanması" idi.
Kendisini "dini bir cemaat" olarak yansıtan bir yapının devlette örgütlenerek dar grup çıkarları adına ve "kamu yararı" aleyhine hareket etmesi ciddi bir tehdit olarak değerlendirildi. Ve "paralel devlet yapılanması" ile mücadele, gerek devlette gerekse de toplumun büyük kesiminde siyasi meşruiyet kazandı.
Bugün "paralel devlet yapılanması" ile mücadele farklı sahalarda karşımıza çıkıyor. Devlet, bu yeni "tehdit"le elindeki araçlarla yüzleşmeye çalışıyor. Bu noktada ciddi bir kamuoyu desteğine sahip olduğunu da ifade edebiliriz. Bunda hiç kuşkusuz Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın verdiği mücadele asli öneme sahip.
Bununla birlikte, Erdoğan'ın mücadele azminden bağımsız biçimde, devletin bu yeni "tehdit"le mücadele sürecinde yukarıda bahsettiğim tarzda, "aşırı özgüven" hissiyatından kaynaklanan bir yanılsama riskiyle karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz.
Ne yazık ki devlet, paralel devlet yapılanmasına kaynaklık eden grubun asabiyesini ve değişim kapasitesini yeterince okuyamamaktadır. 17 Aralık'ta yüzünü gösteren paralel devlet yapılanması bugün yeni bir çehre kazanma arayışındadır. Bu yapının 2 yıl önce afişe olmuş haliyle mücadele etmek yeterli değildir, çağdaş versiyonu ile de mücadele gerekir.
Bu çerçevede, bu yapının öncelikle içine girdiği söylemsel arınma çabasına, daha önce yaptığı gibi yürüyen bir mücadeleyi "ahlaki olarak sakatlama" gayretine, yeni uluslararasılaşma stratejilerine ve siyasal alana sızma taktiklerine dikkat kesilmek gerekiyor.
Allah bir mani vermez ise bir başka yazıda bu tartışmayı sürdüreceğim.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Başkan Erdoğan’ın Afrika ziyareti (25.07.2018)
- Bu zulüm düzeni yıkılacak elbet (23.07.2018)
- İsrail’in tehlikeli oyunu (21.07.2018)
- Kendi sesimize kulak verelim, dış seslere değil (19.07.2018)
- Hesaplaşmamız sürmeli (18.07.2018)
- Kazanan 15 Temmuz ruhudur (16.07.2018)
- Irkçıları daha ne kadar koruyacaksınız? (14.07.2018)
- NATO’da ABD-Avrupa çekişmesi (12.07.2018)
- Başkan Erdoğan, El Muzaffer Daimen (11.07.2018)
- Kültürel alan da demokratikleşmeli (09.07.2018)