Fransız düşünür Bavarez, Fransa'nın Çöküşü diye bir kitap yazdığında yıl 2003'tü.
Oswald Spengler'ın Batı'nın Çöküşü adlı eserinden 85 yıl sonra yazılmıştı bu çalışma. 11 Eylül sonrası oluşan ortamda ABD, hiçbir uluslararası hukuk normunu takmadan, "önleyici savaş doktrini" çerçevesinde dünyaya kafa tutuyordu. ABD militarizminin küresel bir tehdide dönüştüğü, ABD yayılmacılık siyasetinin dünya dengeleriyle oynadığı bir ortamda, pek çok Avrupa ülkesi gibi Fransa da büyük bir travma yaşıyordu.
Fransa'nın yaşadığı bu travmada, Avrupa'nın geleneksel iktidar odaklarında varolan acziyet hissi belirgin bir duyguydu. Bu duygu, özellikle ABD'nin "Batı'nın öncü gücü" halini aldığı 1945 sonrasında gelişmiş ve giderek pekişmişti.
***
Malum, modern Batı'nın yükseliş öyküsü, Batılı devletlerin sömürge yarışlarına paralel biçimde gelişmiştir. İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın modernleşme kültürleri sömürgeleriyle girdikleriyle ilişkiye etkileşim içinde oluşmuştur. Bu bağlamda sömürgeleştirilen coğrafyalar, sadece oranın yerlilerinin değil, sömürgeci devletlerin de kaderi haline gelmiştir. Ülkenin yönetim kültürü, toplumsal sistemi, tabakalaşma biçimleri, kimliklenme tarzları, ekonomik formasyonları bu süreçten doğrudan etkilenmiştir.
Bu bağlamda sadece sömürgelerin varlığı değil, yokluğu da Avrupalı devletlerin sistemlerine etki eder. 20. yüzyılda birçok Avrupalı devletin yaşadığı "sömürgesizleşme süreci", onları uzun süreli bir kayıp duygusuna hapseder. Fransa'nın Cezayir ile ilişkisi bunun en somut örneğidir.
***
Bugün söz konusu kayıp hissi nedeniyle, Avrupa'da ciddi bir düşüş ve sıkışma hissi yaşanıyor.
Bu sürece refah devletinin çöküşü de eklenince tam bir kriz hali çıkıyor karşımıza. Bu krizin aşılması noktasında yeni bir evrenselliğe ve stratejiye ihtiyaç varken, sömürgeci dönemin evrenselciliğine öykünülerek politika yapılıyor. II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan sıkışmayı aşmak adına üretilen AB projesi de geldiğimiz noktada güzergâhını kaybetmiş görünüyor.
Bütün bunları "Fransa'nın yaşadığı terör saldırılarının arkasında bunlar yatıyor" gibi indirgemeci bir önerme üretmek için yazmıyorum.
Yaşanan terör saldırıları sonrasında, hemen herkes bunun derininde ne var diye sordu.
Bu soruyu 11 Eylül sonrasında bazı ABD'li yazarlar "bizden neden nefret ediyorlar" diye formüle etmişlerdi. Fakat ne acıdır ki, yine bugün bu soruya verilen cevaplar, Avrupa -merkezci, İslam karşıtı ve kültürel özcü bir çerçeveye sıkışmış durumda. Terör, fundemantalizmin bir yorumu olarak değil, İslam'ın bir yorumu olarak ele alınıyor. "Müslüman Ortaçağı" sözü yine havalarda uçuşuyor.
Oysaki Avrupa'nın yaşadığı süreç, sömürgeci geçmişiyle ilişkili bir süreç. Avrupa'nın, sömürgeci mirası modern siyasal kültürünü belirledi.
Sömürge döneminde "kendini açıktan üstün görme" psikolojisi, sömürgelerini kaybettikten sonra hakkı gasp edilen öznenin "mağduriyet kılıfındaki mağruriyet"iyle tecessüm etti. Daha açık bir deyişle, "efendi"lik psikozu bir türlü aşılamadı.
Avrupa kendi dışındaki dünyayla da, kendi içinde ötekileştirdikleriyle de bu psikoz içinde ilişki kurdu. Entegrasyon adı altında asimilasyon politikaları uyguladı. Eşit vatandaşlık bilincini geliştirmeye dönük bir beceri ortaya koyamadı. Bunun yerine ne yazık ki radikal sağ aktörler üzerinden sömürgeci geçmişini hatırlamaya çalıştı. Bu da toplumsal fay hatlarını harekete geçirdi.
Derdim, Avrupa'nın tarihsel günahlarına odaklanmak değil elbette. Ancak, İslam farklı yorumları üzerine ahkâm keserek Avrupa'nın krizini ve yaşadığı gerilimleri izaha çalışanları gördükçe, esas meseleye bir nebze de olsa dikkat çekmek istedim.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.