Gülen, aktif hezeyan ve şizofren özellikler taşıyor
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Mustafa Öztürk: "Gülen'de azıcık bir vicdan kalmışsa bu oluşturduğu bu büyük tahribattan dolayı bir özeleştiri yapar. Ama geri adım atmaz, atmayacaktır. Çünkü birçok şizofrenik özelillikleri barındıran aktif hezeyanlar içerisindedir. "
- Gündem
- Giriş Tarihi: 16.02.2015 | 00:00
- Güncelleme Tarihi: 16.02.2015 | 04:43
Tüm bu soruları Paralel örgütün dini boyutu hakkında yaptığı açıklamalarla son dönemde gündeme gelen Çukurova Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Mustafa Öztürk'e sorduk.
-Son bir yılda yaşadıklarımız cemaat kavramını tartışmaya açtı. İslam geleneğinde önemli bir yer tutan "cemaatleşmek duygusu" son yaşananlarla zarar gördü mü?
Özellikle Gülen ve örgütünün bu ülkeye son bir-iki yılda yaşattıkları sadece cemaat kavramını tartışmaya açmadı; aksine bu kötü tecrübe din ve dinî değerlerin belki de bütün bir İslam tarihi boyunca emsali görülmedik pespayelikle istismar edilmesine ve cemaat kavramındaki içermenin kirlenmesine de yol açtı. Bence Gülen ve örgütünün sebebiyet verdiği en büyük ve en kalıcı yıkım budur. Zira devletin farklı kurumlarında gerçekleştirdikleri yıkımlar kısa veya orta vadede telafi edilebilir; ama özellikle din ve dini değerleri kirletmeye yönelik yıkımları belki birçok gencin bu tecrübeden hareketle din ve dindarlardan sıtkının sıyrılıp en iyimser tahminle nihilizme savrulmasına yol açması kuvvetle muhtemeldir.
-Paralel yapının ikinci halkadaki samimi gönüllüleri gerçeği gördü. Maddi bağımlılığı olan birinci halkanın ise gerçeği görmesi biraz zor görünüyor. Bu psikolojiyi bir ilahiyatçı olarak hangi nedenlere bağlıyorsunuz?
Sizin ikinci halka diye ifade ettiğiniz, benim de "paralel yapıyla sempati düzeyinde ilişkisi bulunan kitleler" olarak nitelendirmeyi yeğlediğim insanlar zannımca, "Kırk yıllık serencamınızda, sırf alnınız secde gördüğü için size bu kadar özgürlük ve imkân alanı açan tek siyasi iktidar ve bu iktidarın başındaki lidere böyle bir ihanette bulunmanız ne dine, ne ahlaka, ne vicdana, ne insanlığa sığar" serzenişiyle paralel yapıdan çok büyük ölçüde koptu. Bu kitlelerin kopuşunda paralel yapının içinde değil, sözüm ona hayırlı hizmetleri ve faaliyetini takdir duygusuyla dışarıdan manevi destekçi pozisyonunda bulunma hali etkili olmuştur. Zira paralel yapıya tam aidiyet ve mensubiyette kopuş son derece zordur.
-Bu yapıdan ayrılmak neden bu kadar zor?
Paralel yapıya girildiği günden itibaren kişilerin o yapıya karşı ödenmesi mümkün olmayan büyük borçlar altında bırakılması, yani daha ortaöğretim tahsili çağından devletin en kritik kurumlarında görev alma sürecine kadar paralel yapının himayesi altında mesafe alınması ve ister istemez kişilerin o yapıya medyun-i şükran kılınmasıdır. Tabi bir de saadet zincirine halka olmaktan dolayı kopmak istemeyenler var. Bir diğer önemli neden, yapının nitelikli elaman katında/kadrosunda her bir elemanın beşeri zaaflar, hatalar, kusurlarının istihbari yolla tıpkı amel defteri gibi kayıt altına alınması ve yeri geldiğinde ikaz, ihtar kabilinden kendisine hatırlatılması, kısaca yapı içerisinde herkesin birbirine dedektiflik yaparak birbirini kontrol altında tutmasıdır.
-Kuraklık, doğal afet veya ekonomik kriz gibi olayları devletin Paralel örgütle mücadele etmesine bağlamak bu yapı içerisinde çok yaygın. Bu bakış açısı İslami mi?
Bu algıyı paralel yapı özelinde tahlil etmek gerekirse, bunun temel sebebi Gülen'in en başından beri kendi takipçilerini geçmiş peygamberlerin, hususen Hz. Peygamber ve sahabesinin mücadelelerini kendilerinin içinde bulundukları "şimdi"ye tevil ve tercüme ederek, yani bütün bir peygamberler tarihindeki hak mücadelesini kendi yaşadıkları tecrübe ekseninde adeta bir dejavu gibi anlatmasıdır. Bunun en güçlü delili, Gülen'in bazı yazıları ve konuşmalarında Hz. Peygamber ve sahabileri ilk kutsiler, kendisi ve takipçilerini de ikinci kutsiler olarak nitelendirmesi, ayrıca yapının medyadaki meşhur kalemşörlerinin sürekli olarak Hz. Musa ve Firavun kıssası, sultanlar tarafından işkenceye uğratılan meşhur mezhep imamları, Hz. Hüseyin ve Kerbela vakası gibi tarihi örnekler üzerinden kendi tabanlarına subliminal mesaj vermeleridir. Bu retorik paralel yapı bünyesinde "Biz Allah yolunun yolcularıyız; bu yüzden geçmişte peygamberler ne tür sıkıntılarla karşılaştılarsa bizim de aynı sıkıntılarla karşılaşmamız sünnetullah gereği mukadderdir" şeklinde bir düşünceyi beslemekte ve bu düşünce aynı zamanda Yahudi gelenektekini hatırlatan bir "seçilmişlik" vehmi de üretmektedir.
-Bu tür kapalı topluluklarda özeleştiri mümkün değil mi?
Her musibeti başkalarından bilmek ve görmek, kendilerine dönüp nefis muhasebesinde bulunmayı aklından bile geçirmemek, temelde anlattığım faktörlerle çok yakından irtibatlı bir olgudur. Doğrusunu söylemek gerekirse bu tür algılar ve anlayışlar diğer bazı dini cemaatler ve tarikatte de mevcuttur. Böyle bir aidiyet ve mensubiyetle bir dini cemaat veya hareket içinde yer aldığınızda, karşılaştığınız herhangi bir bela ve musibetin sizin veya cemaatinizin hatasından değil, birtakım şer odaklarından kaynaklandığına inanırsınız. Ama bazen de en dürüst ahlak öğretmeni olarak kendi vicdanınıza danıştığınızda söz konusu musibetlerin sizinle ilgili arıza boyutlarını da ikrar edersiniz, ama paralel yapı örneğinde gördüğümüz gibi, düşmanla savaşmak ve bu savaşta mevzi kaybetmemek adına o gerçeği açıkça itiraf etmek yerine, psikolojideki savunma mekanizmalarına benzer mekanizmaları geliştirerek musibetlerin kaynağı hususunda başka yerleri ve çevreleri adres gösterirsiniz.
- Gülen'den bir özeleştiri bekliyor musunuz?
Azıcık vicdan varsa ben halt üstüne halt ediyorum diyerek aynaya baktığında düşünmesi gerekir. Ama artık bunu geri dönüşü olmayan bir yola girdi. Dönmez ve dönmeyecek. Gülen'in şizofren tarafı olduğuna inananlardanım. Bu kadar yıkım ve tahribat yapan bir insanın bir diyalog dili kullanması gerektiğini düşünüyorum. Tarifi mümkün olmayan kibir ve narsizm duygusu var. Geri adım atmaz atmayacaktır. Vaazlarında teatral bir durum da var. Aktif bir hezeyan içinde olduğunu görüyoruz. Bunların toplamına baktığımızda şizofren bir durumla karşı karşıyayız.
-Bu tür kapalı topluluklarda yalan söyleme alışkanlığının "takiyye" ismi altında en tepeden aşağıya doğru bir alışkanlık haline geldiğini görüyoruz. Bu konuda ne söylersiniz?
Takiyye'nin İslam inancında dinî ve ahlakî yaşantıya kıvam veren bir fazilet olarak değil, küffardan veya düşmandan gelebilecek ciddi bir tehlike karşısında bu tehlikeyi savuşturmaya matuf bir taktik, bir ruhsat olarak yeri vardır, denilebilir. Ancak Şii gelenekte ilkin Ehl-i Beyt ve onların muhiplerini takibata uğratıp zulmeden Emevi ve Abbasi sultanlarından kendilerini korumak maksadıyla uygulanan takiyye stratejisi ilerleyen asırlarda Şia'nın, ama özellikle de Ali Şeriati'nin Safevi diye kategorize ettiği Şia'nın alamet-i farikası haline gelmiştir. Paralel yapının tedbir adı altında uyguladığı takiyye modeli de Safevi Şiası'na özgü olan ve hiçbir ahlaki ilkesi bulunmayan, aksine serapa ilkesizlik ve gayr-i ahlakilikle kaim olan bir takiyyedir.
-Siz paralel örgütü bu yönüyle Şia'ya mı yakın görüyorsunuz?
Paralel yapının Şia'nın İmamiyye ve İsmailiyye kolundan Babilik ve Bahailiğe, Kadiyanilikten tasavvufi öğretiye, masonik yapılardan Cizvit, Opus Dei ve New Age cereyanlara kadar binbir çeşit müesses yapı ve organizasyona ait farklı unsurları adeta miri malı gibi kullandığını ve bu sayede kendine özgü çok tuhaf bir senkretik ve melez karakter oluşturduğunu belirtmek gerekir.
-Bu yapı kendisinden farklı düşünenleri dindar olsa da mücadele edilmesi gereken insanlar olarak görüyor. Bu mücadele yönteminin dinde yeri var mı?
Bu seçilmişlik öyle bir vehim ki paralel yapı mensuplarının kahir ekseriyeti bütün kâinatın kendilerine musahhar kılınmak üzere yaratıldığını, güneşin her sabah kendileri için doğduğunu düşünmeyi, kendilerine destek için Hz. Peygamber'in ayaklarına kadar geldiğini söylemeyi çok sıradan görüyor. Benim bunlar için kullandığım "Haşhaşi" nitelemesi tam da bu marazi hali anlatmaya matuftur ki böyle bir din tasavvurun Marx'a izafe edilen "Din kitlelerin afyonudur" sözünü az çok haklı çıkardığı ortadadır. Bu arada afyonun haşhaş bitkisinin kapsülünden üretildiği de hatırlanmalıdır.
- Dünyanın birçok ülkesinde bu tür yapıların ortaya çıktığını ve insanları felakete sürüklediklerini görüyoruz. Sizce bu yapılarla polisiye tedbirlerin dışında nasıl mücadele edilmeli?
Kanımca, bu tür yapıların zihinsel hasarını polisiye tedbirlerle önlemek tek başına mümkün değil. Bence bu konuda en etkili yöntem, toplumsal ölçekte dinî bilgiler ve dinî anlayışların eleştirel ve entelektüel bir yaklaşımla ele alınmasını, tarihteki bütün kurumsal kimlikli dinî ekoller, mezhepler ve diğer oluşumların birer dogma değil beşeri yorum olduğu gerçeğinin halk nezdinde kavranmasını, hiçbir insan veya müesses yapının dinde mutlak ve tek hakikati temsil vasfını haiz olmadığını, muhtelif din yorumlarından birini benimsemenin diğer yorumları din dışı saymayı gerektirmediği bilgisini ve bilincini aşılamak gerekir. Aksi halde, bu ülkenin bir paralel yapıdan kurtulur kurtulmaz başka bir paralel yapıyla uğraşmak zorunda kalması kuvvetle muhtemeldir.
-Siz bu yapının geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Özellikle de bütün bir memleket sathında ve halk nazarındaki itibarı neredeyse sıfırlanmış görünmekte. Sayın Hilal Kaplan'ın bir yazısından hatırladığım kadarıyla bu yapının güvenirlik oranını ölçmeye yönelik bir kamuoyu sonuç yüzde üçlere tekabül etmekte. İşte bu sonuç paralel yapıya devamlılık sağlayan insan ve dolayısıyla himmet kaynağının hemen tamamıyla tükendiğini göstermekte. Devlet katında ve kurumlarında bir süre daha kapıdan kovma bacadan inme durumu devam etse bile artık yolun sonu görünmektedir. Lakin bu durum devletin bünyesindeki bu habis tümörle ilgili cerrahi operasyonlarda gevşemeye sebebiyet vermemeli, ama aynı zamanda cadı avından da imtina edilmelidir.
Röportaj: İsa TATLICAN / SABAH