Ergenekon ve Fethullah Gülen
Sabah yazarı Rasim Ozan Kütahyalı Zaman gazetesindeki vesayetçi tutumu eleştirdi..
- Gündem
- Giriş Tarihi: 03.08.2013 | 00:00
- Güncelleme Tarihi: 03.08.2013 | 11:44
Temel amacım buydu.
O günlerden itibaren hem köşemde hem de çıktığım ekranlarda olabilecek en etkili dille mücadele etme gayretinde oldum. Etkin ve etkili olmak önemliydi. Hiçbir etki ve yankı yaratamayıp "Ben de bunu dedim. Ben de şu tavrı koydum" demenin hiçbir anlamı ve önemi yoktu. Yazılı ve görsel medyayı kullanarak olabildiğince geniş kesimlere sesimi duyurmak istiyordum. Darbeci generallere ve onların yardakçılarına karşı oluşmuş korku duvarının yıkılması en büyük hedefimdi. Bu hedef uğruna freni patlamış kamyon gibi üzerine gittim darbecilerin. Ekranlarda hançeremi yırtarcasına suratlarına bağırdım.
Evet, suratlarına tükürür gibi bağırdım bugüne kadar adı korkuyla anılan adamlara, hiç saygı duymadım onlara. Onlar da boş durmadı, beni dava manyağı yaptılar.
Bir ara davaları topladığında 200 yılla yargılanır hale gelmiştim. Ama umrum değildi.
Darbe ortamı yaratmak için cinayetler işleyen, Hrant'ımızı öldürten bu alçakların nesine saygı duyacaktım? Namaz kılmayı ve Kürtçe konuşmayı bile suç sayan bu haysiyetsizlerin yüzüne tükürmek bile az bir davranıştı.
Artık tabular yıkılmalıydı. TSK'nın bizlerin yani halkın hizmetkârı bir kurum olduğunu herkes bilmeliydi. Generallerin memur olduğunu ve Başbakan emrettiğinde hepsinin hizaya geçeceğini herkes duymalıydı. "Başbakan emredecek ve tüm generaller hizaya geçecek. Hepsi haddini bilecek" sözünü bir slogan gibi çıktığım her ekranda söylüyordum. Basit bir anayasal gerçeği hatırlattığım için bile "TSK'yı tahkir ve tezyif"ten bana dava açılıyordu. Generaller anayasanın gereği olan "Başbakan'ın emrinde olmak"tan utanıyorlardı. Onlara göre Başbakan TSK'nın işleyişine karışmamalıydı.
Yargı, üniversite ve medya dünyasında da çok destekçisi vardı bu vesayetçi düzenin.
İşte Ergenekon davası bu sakat ve sapık zihniyetin tasfiye davasıydı. O yüzden dört elle sarılmak lazımdı bu davaya. Bu soruşturmayı yürüten emniyetçilerin ve savcıların hiçbirini tanımıyordum. Muhabir kökenli olmadığım için kontağım ve bağlantım da yoktu.
Tek şeye odaklanmıştım. Bu zalim vesayet rejimi yıkılmalıydı. Hâlâ tanışmadığım bir adam olan Zekeriya Öz başta olmak üzere bu ekibe tam destek verdim. Ergenekon cephesinde bu ekip "Fethullahçı" olarak biliniyordu.
Ergenekon meselesine kafayı takan medya daha çok cemaat medyasıydı. Taraf da öyle görülüyordu. Haliyle benimle ilgili de "Fethullahçı" lafı yayılmaya başladı.
Öyle ki hükümetin bir bakanı bile "Seni biz de Fethullah Gülen'in özel yetiştirdiği bir adam olarak biliyorduk" dedi bana.
Ben hiçbir zaman bu laflardan rahatsız olmadım.
Bilakis darbecilere karşı kim savaşıyorsa onların yanında olmak bana gurur veriyordu. Fethullah Gülen ve Hareketi'nin bu davaya baş koyması muhteşem bir olaydı. Bu emniyetçiler ve savcılar "cemaatçi" olsun ya da olmasın, hiç önemli değildi. Yaptıkları iş önemliydi.
Ve her şeye rağmen bu ekip tarihe altın harflerle geçmiş bir ekiptir. 2008'den 2013'e benim çizgim değişmedi.
Ben vesayetçilerle "Generaller gitsin de, o vesayet koltuğuna başka bürokratlar ve savcılar otursun" diye savaşmadım. Gülen Hareketi'nin de "Vesayetçilerin koltuğuna biz oturalım.
Bundan böyle hükümet kim olursa olsun, ülkeyi biz yönetelim" diye Ergenekon mücadelesine giriştiğine inanmak istemiyorum. Fethullah Gülen Hocaefendi'yi bu ülkenin çoğunluğu gibi ben de seviyor ve sayıyorum. Bu milletin çoğunluğu da buna inanmıyor, inanmak istemiyor. Hizmet'in gazetelerinde çıkan kimi vesayetçi tuhaf yazılar bu yanlış izlenimi doğuruyor.
İnanıyorum ki 5 Ağustos bu konuda da olumlu bir milat olacaktır.