Pasaport kuyruğundayım. İnsanlar yeni uygulama neticesi ellerinde evraklar, yüreklerinde çarpıntı bekliyor. Doğal olarak yaşanan 'uçuş gerginliği'ne bir de son dakikada çıkabilecek bir pürüzün heyecanı ekleniyor.
Önümdeki adamcağız belgelerini veriyor.
Polis memuru başka bir belge daha istiyor.
Onu da veriyor. O arada 'her şeye hazırlıklıyım, artık akşam başka sabah başka' diyor. Memur, elindeki belgelerin ve önündeki teknolojinin sıkıntısıyla bunalmış, 'sebebi belli, biz gece uyurken üstümüze plan yapıyorlar' diyor.
Niçin söylediğini anlayamıyorum ama 'baksana, düne kadar bizi istiyordu yabancı devletler, şimdi olmazlanıyorlar' diye ekliyor. 'Pabuç bırakmayız' diyor.
Neyse, damgayı vuruyor. Yaşlı adam ferahlamış, biraz telaşlı evrakını toplayıp uzaklaşıyor. Benim işim uzun sürmüyor.
Geçip, salonda oturuyor, gidip bir çay alıyor, düşünüyorum. Epeydir düşündüğüm ve birkaç yazıda anlatmaya çalıştığım bir ruh halinin 'müşahhas' halini gördüm diye düşünüyorum. Bilgisayarı çıkarıp bu satırları yazmaya başlıyorum.
***
Türkiye 1920'lerde, 1930'larda iki gerçeği birden yaşadı. Bunlardan biri devasa bir cihan imparatorluğunun paldır küldür, bir çırpıda yıkılıp gitmesiydi. Bu şimdi anlatıldığı gibi basit bir 'olay' değildi. Varlıkyokluk meselesiydi. İnsanlar açık biçimde cihan imparatorluğundan vatansızlığa düşmüştü. Ulusal Kurtuluş Savaşı bu psikoloji içinde cereyan etti. Bir millet vuruşa vuruşa o savaştan bir ülke çıkardı. Herkesin fikri kendisine ama Mustafa Kemal 1920 ve30'larda yapılamayacak gibi görünen şeyleri de ama şöyle ama böyle gerçekleştirince ve Hatay gibi, Montreux gibi darboğazları aşınca ulus kendi özgüvenini kazandı.
Bu oluşumda 1912 sonrasının milliyetçiliği/Türkçülüğü elbette rol oynuyordu. 1930'ların saçmadan da saçma olmasına rağmen o Güneş Dil Teorileri,Milli Tarih Tezi gibi kavramlar, ister 'ulusalgurur' deyin, ister 'milliyetçi damar' deyin bu duyguyu pekiştirdi. Daha sonraki sağ iktidarlar da bu milliyetçi damarı yol, köprü, baraj, fabrika diyerek işler tuttu.
***
O oluşumun bence son evresinde, son aşamasındayız. Oturduğumuz yerden ne dersek diyelim, Türkiye, Erdoğan yönetiminde söz konusu milliyetçi damarı pekiştirdi ve pekiştiriyor. Ama çok farklı bir anlayış ve yaklaşımla.
Bir kere bunu çok dikkatli bir şekilde uluslararası politika üstünden yapıyor.
Türkiye'nin geleneksel olarak dile getirdiği ama sadece bir söylem olarak ortada tuttuğu 'dış düşmanlar' meselesini şimdi taş gibi somut bir konu olarak Musul'la,Suriye'yle, darbe teşebbüsüyle, 17-25Aralık'la ortaya koyuyor. 'Direnen', yılmayan, özgüveni yüksek bir Türkiye algısı yaratıyor kendi tabanında. 3. Köprü, Osman Gazi köprüsü,duble yollar, hava yolları, THY politikasıylabunu başka bir planda da genişletiyor.
Ortaya yeni bir duyarlılık çıkıyor.
Buna bir de göçle gelen milyonlarca insanın kentsel alanda muhafazakârlığını,Müslümanlığını koruyarak 'var olma' çabasını ekleyin, o süreçten doğan 'kimlikbilinci'ni ekleyin tablo tamamlanır. Bunun geleneksel 'milliyetçilikten/ ulusalcılıktan' hayli farklı olduğu, evet, daha farklı bir 'kimlik' anlayışı üstünden gelişen, 'içeride' de açılımları olan bir model olduğunu herhalde artık söyleyebilirim.
Yazıyı tam zamanında bitirdim, uçağa çağırıyorlar.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.