Uzun yoldan geldim.
Arabayı durdurdum. İndim.
Başımın döndüğünü hissediyorum.
Yorgunluktan değil. Suratıma çarpan, beni saran, cendere gibi sıkan kokulardan ötürü.
Ağır, baygın, uzaktan uzağa limonu çağrıştıran bir koku bu.
Yürüyüp, gecenin ileri vaktinde boşalmış 'market'e giriyorum. Dışarısı, sıcak, nem ve kokularla yüklüyken, bu dükkânın klima soğuğu, neon ışığı, selofan ambalaj hışırtısı, mekanik tıkırtıları...
***
Şimdi kırk yıllık sitedeyim.
Çocukların çığlıkları, yaz gecelerindeki telaş sesleri kesilmiş. İnsanlar, erken kararan havayla birlikte içlerine çekilmişler. Biraz daha sessizleşse ortalık, sonbahar böceklerinin çıtırtılarını duyacağım.
O koku burada da beni kuşatıyor.
Yanılmışım...
Yaz çiçeklerinin kokularını keskin sanırdım.
Sıcak, nemli yaz gecelerini kokularla yüklü hatırlıyorum. Ve hepsi doğru, uzak şehirlerden, yaz gecelerinden kalmış, şimdi aklıma üşüşen kokular, o kokulara binip zihnime dolan anılar, anımsamalar. Proust galiba orada yanıldı. Sadece kokuların kendileri değil anımsadığımız kokular da hafızamızı uyarıyor.
Aklıma ikinci kere Oktay Rifat'ın dizeleri geliyor: 'köşeyi tutan leylak kokusu/yakamı bırak da gideyim'. Bu kokunun yoğunluğu, baygınlığı karşısında bu dizelerin hafif kaldığını ayrımsıyorum.
Leylak kokusunun uçarılığı, hızlı, sekip giden hafifliği karşısında ne kadar güçlüyse, bu ağır, baygın kokunun yoğunluğu karşısında o kadar tutunamıyor dizeler, uçup gidiyorlar. Colette'in romanında da, kadın kapıyı açar, bahardır, leylak kokusu zıplayıp gelir. Bahar leylağının uçarılığı ve sonbahar kokularının yükü...
***
Eve giriyorum.
Yaza göre serin. Sessiz. Koku biraz uzaklaştı.
Ama hâlâ üstümde, elimde, yüzümde.
Balkonun kapısını açıyorum. Koku bir sel gibi içeri doluyor, evin kırk yıllık duvarlarına yükleniyor. Nâzım Hikmet'in, bambaşka bir yeri olan, Saat 21-22 Şiirleri'ni hatırlıyorum.
'Itır saksısında artan koku/ Denizlerdeuğultular/ ve işte dolgun bulutları veakıllı toprağıyla/ sonbahar'.
Saate bakıyorum 22. Rastlantıya gülümsüyorum.
Şiirin 'yaş kemale erdi' kısmını anımsamak istemiyorum. Son üç mısraını sevsem de akışını zihnimde durdurmaya çalışıyorum.
Anlıyorum: sessizlik, artmış kokular, serinlik... Sonbahar benden önce içeri girmiş.
Hava hâlâ sıcak olsa da, nem hâlâ bir pençe gibi ensemden yakalasa da, epeydir ışıklar daha yatay, akşam üstleri daha turuncu, gölgeler daha uzun. Bahçede epeydir sarı, kahve, turuncu yaprakların yere düşerken çıkardığı hışırtılar...
***
Yarın, sabah olur. Mevsim bir gün daha fazla sonbahar olacaktır yarın. Ve denizin lacivertten mora dönen rengi, güneş, ışıklar uzak yazı anımsatır.
Sadece soyut, kurmaca bir yazı anımsamak istiyorum. Hep hayal edilen, gerçeğini asla görmediğimiz, daima coşkuyla gelen ve sessiz sedasız çekilip giden o hiç olmamış yazı. Bu yılın, 15 Temmuz gecesi haysiyetini yitiren, onursuz, kahreden yazını değil...
Sonbahara bir şans veriyorum bu uzak deniz kasabasında, bakalım yitik bir yazın yerini dolduracak mı diyorum kendi kendime, divana uzanıyorum, hafif bir rüzgâr esiyor, ağır, baygın, tok koku odayı bir daha dolanıyor.
Kapı çalınıyor...
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.